''Ben!'' diye atıldı ihtiyar kör adam. ''Körün halinden kör anlar'' Bastonundan destek alıp doğruldu, ağır adımlarla yürümeye koyuldu. Şanslı bir köstebek peşi sıra seğirtti, ihtiyar kör adamın ardından.
Muammer bu epik teatral giriş ile güne başlamasına sevindi. ''Sırada ne var Cenk?'' diye seslendi, yüzü gökyüzüne dönük olduğu halde.
Irmağa eğilir adam. Başını akan suya sokar. Çıkardığında başka biri olmuştur. Yeni bir yüz, yeni bir kimlik.
Tanık koruma programına alınan kişi estetik ameliyatı esnasında bu rüyayı görür. Ameliyat hala sürmektedir. Rüya da öyle: Adam akan suda kendini görmek ister ve dehşete kapılır. Bu yüz ihbar ettiği, yakalattığı, aslında masum olan adamın yüzüdür. Tekrar kafasını suya sokar. Su birden kızıllaşır, kana dönüşür. Başını bir türlü çıkaramaz, çırpınmaktadır kabusunda. Ameliyatında da kan basıncı hızla düşmektedir. Ele verdiği adam aynı dakikalarda zehirli iğneyle ölüm yolculuğuna çıkmıştır. Adamımız masada kalır.
Bir örnek daha.. yolculuk esnasında çok güzel bir manzara görür ve güneş o an mükemmel ışık vermektedir.. Bir resim çekmek için durur ve üşenir ekipmanı yerleştirmeye.. ''boşver, gidelim'' der.. bu da derin anlamlar içeren bir sahnedir.. o resmi çekseydi ortaya mükemmel bir şey çıkabilirdi belki de.. ama hayatının özeti gibidir bütün davranışları da... İçki masasında arkadaşları şaka yollu bunu yüzüne vurduklarında, bahsi kapatıp ''karı'' mevzusuna geçmek ister... Köylüsünden duyduğu rahatsızlığın sebeplerinden biri de budur. O'na normal davranış kalıplarını bilmeden empoze edip durması adamımızı rahatsız etmekte, girmiş olduğu görünmez kabın içinde duvarlarının yıkılmasından korkmaktadır... Geçmişinde yaptığı bencillikler/hatalar ruhunu kanatıp durmakta, dingin görüntüsünün ardında derin acılar çekmektedir.. Yakınlarını hem seven hem de nefret eden bir ruh karmaşasını, sırıtmadan yansıtabilmek yönetmenin ve oyuncunun ustalığını gösterir. Köyünden gelen elemanımıza geçersek, kendinin bu yeni bölgede yabancı olmadığını hissettirmek isterken özellikle kızlara, acemice hareketler yapması başkalarının onun farkında olmamalarının farkında olmamasıyla gülünç/trajikomik bir hal alır. Büyük şehire gelmek hayata yeni başlamak gibidir ve onun yaşayacağı acemilikleri kaldıracak kimse yoktur etrafında.
Kaldırım taşlarını dişiyle sökmeye çalışan bir adamı alaycı bakışlarla seyreden diş hekimlerinden birinin, arkadan yaklaşarak sessizce gırtlağını kesiyor, kaldırımdaki delinin akıllı arkadaşlarından biri. Alaycılık yerini Vegas'ta korku ve dehşete bırakıyor. Beyaz önlüklüler önlüklerinin hakkını veremiyor bir süre. Hırıltılar arasında evrensel yolculuğa beş kala pamuk tıkıyorlar kesik gırtlağa. Kaldırımdaki deli şimdi alaycı bakışların yeni sahibi. Bu tür terörsel uygulamalar töresel anlamlar da taşımıyor değil antikahramanlarımız için. Kaçma vakti, yeni kaldırım taşlarını dişlemek adına.
****************************************
Oysa daha yeni başlamıştık. Kaynayan kazanların başındaki uyuşturucu taciri keyifle kokluyor kazanları. Gergili bir adım atıp daha derinlerini koklama sevdasında kazanın. Kel arkadaşının maymununun az önce yediği muzun kabuğunu göremiyor haliyle. Gerginleşmek isteyen sağ ayak biraz daha açıldığında kabuğa basıp kayıyor. Antikahramanımız kendini kazanın içinde buluyor. Yeni bir tat, yeni bir renk veriyor bu güzel eylem, uçmakta olan kalabalığın dimağına.
*****************************************
Ağır atlar zamanı. Kurşun gibi ağır atlar fili alır. Sucukçu vezir bu anı kollamaktadır. Bekletmeden alır ağır siyah atı ve keser sur dibinde. Ağır siyah atın ağır kokulu kanı sıvar sur duvarlarını. Tuhaf bir coşku yayılır bütün bünyelere, şölen ateşi yakılır. Kör bıçaklı kasaplar gözleri bağlı olduğu halde, birbirlerini yaralamaya çalışır kahkahalar eşliğinde. Deliliğin sınırlarını aştın mı tadından yenmez olur hayat. Tadından yenmez.
Bir M-16'nın gölgesinde uyukluyorum.................. Güneş gözümü alıyor. Vurduğum bir arap mı yoksa dört ayaklı bir hayvan mı seçemiyorum. Üstlerim bunun pek de önemli olmadığını söylemişlerdi aylar önce buraya geldiğimizde. Kızgın çölün ortasında uzun lacivert bir asfalt düşlüyorum, ortasında seraptan işveli kızlar görebileceğim. Benim düşüm de bu şimdilik, kurumaya yüz tutmuş beyin sıvımdan kalanlarla ancak bu kadarını isteyebiliyorum. Vurduğum şeyin yanına kadar yürüyorum. Ama, ama... vurduğum güzel beyaz bir kızmış. Serap olduğunu düşünüp gözlerimi kapatıyorum.
**************************************
Dünden kalanlarla karnımı doyuruyorum. Günden kalanlar şeffaf bir poşetin içinde yarını bekliyor. Bugünden dünü yaşıyorum, dün benim için hiç bitmiyor. Bu yüzden gelecek planları yapamıyorum. Son cümlelerimin etkisi bastırsın istemem üstteki cümlelerimin etkisini. Bu yüzden diyorum, sürmeli dünden kalanların etkisi.
Yaban Çilekleri (1957) – Ingmar
BERGMAN
‘’Sgibritt’in oğlunun
doğduğu zamanı hatırlıyorum. Yazlık evde leylakların altında küçük sepetinde
yatardı. Artık elli yaşında olacak.’’
Jenerikte ******-girl
yazıyor. Emeğe saygı. Rüya sahnesi: Akrep ve yelkovanı olmayan saatler, buraya
ait olmadığını hissettiren, yabancılaştıran planlar, görselliğin gücü. Bu tür
filmlerde ‘spoiler’ uyarısı yapmanın anlamı yok. Çünkü her sahnesi çok güçlü,
tek başlarına bir öykü. Cennet bahçesinde gezinmek gibi. İronik olansa, bu tadı
aldığımız sahnelerin oldukça karanlık, kasvetli ve umutsuz anlar barındırması.
Tabut taşıyan, sürücüsü olmayan bir at arabası. Sokak lambasına bir tekerinin
takılıp kırılmasıyla, tabutun ihtiyarın önüne düşmesi. Henüz 7. dakikadayız.
Tabuttaki kim dersiniz? Siyah-beyaz filmin, güneşli bir yaz gününün ışığıyla
ışıl ışıl parlaması –mecaz-.
İhtiyar bir ağacın
dibine oturur ve yaban çileklerini görür. Çocukluğunun geçtiği, şimdi terk
edilmiş bu yerde, yaban çilekleri vasıtasıyla geçmişe döner. O yaşlılık anındaki
yalnızlığı, tatlı ve lezzetli çilekleri tadarmışçasına bir bahar tazeliğine
bürünür. Karakterlerimizin bütün şekillenmişiliğinin yeni yeni yeşermeye
başladığı o çocukluğumuza dönebilsek; tıpkı şu yaban çilekleri gibi. Onlar hiç
değişmez değil mi? Biz niye değişiriz? Aklımız olduğu için mi? Aklımızın olması
iyi bir şey midir? Neye göre iyi bir şeydir?
Bir kır evinde,
zamanın genişlediği bu yerde, bütün aile bireyleri bir taraftan kendi
hayatlarını, bir taraftan da toplanmalarından oluşan, o tuhaf, neşeli, geçici ve
basit ortak hayatı duyumsarlar. O anlarda yaşadığımızı daha derinden hissederiz.
Ama hissimizin doğruluğu konusunda hiçbir kıstas yoktur elimizde. Sanki o
anlardaki birliktelik bize sahte bir ‘güçlü olma’ duygusu yaşatır. Oysa insan
yalnızlığı koyulaştıkça sertleşir. Kaskatı kesilmiş ruh, ölümüyle beraber
kaskatı olmuş bedeniyle bütünleşerek tamamına erer. Seçim bize kalmış. Öyle veya
böyle, görünürde pek bir şey değişmez. Kafanızdaki sorular dallanıp budandıkça,
bir bakmışsınız cevaplara da daha kolay ulaşır olmuşsunuz bu dallar sayesinde.
Kır evinde, dışa açık
oldukları sürece tatlı bir coşku, telaş süre gider. Bahçelerindeki ve çitlerin
ardındaki yaban çileklerinin varlığı da, düşünmeseler bile bu ortak coşkuyu
içten içe körükler. Ta ki herkes evlerine dönüp, havalar soğuduğunda, oralarda
kimse kalmadığında, ömrün baharı geçtiğinde, o kır evindeki neşeden arta kalan,
içten içe yuvalanan bir şey, bitmiş bir şeyin, çürümüşlüğün kokusundan hayat
bulan ölüm yaklaşmaya başlar.
Defalarca seyredilip
farklı tatlar alınabilecek bir baş yapıt.
— Dolabın altına düşürdüğü
kalemini eğilip almak isterken iç kanama geçirmiş efendim.