28 Şubat 2017 Salı

ALBATROS

Belediye otobüsünün kalkmasını bekliyoruz. Hava sıcak, yorgun, aç ve kalabalığız. Sanki Gettolara yerleştirilmeyi bekleyen yahudileriz. Birazdan iki nazi askeri gelecek, keyif için birkaçımızı kurşuna dizecekler ve kalanlarımız hayatta kalma savaşı vermeye devam edecek. ***************************************************************************************************************** Otobüse biniyoruz nihayet. Yanımda bir yankesici, bir cüzdan araklamaya çalışmakta. ''Burada daha değerli bir şey var dostum'' diyorum, sırt çantamı göstererek ve ekliyorum: ''seyreltilmiş uranyum.'' ******************** ****************************************************************************************** Bileklerini kesmeye kıyamayan adamın hayatını kurgulamak adına yaptığı tüm karartma geçişleri uzadı zamanla; geçiş olma halinden, tüm karanlığı ile hayatının tamamı haline dönüştü. ''Tek bir aydınlık plan için neler vermezdim'' oldu son sözleri. *********************************************************************************************************** Portakal ağaçları arasında hızla kayboldu. Bileklerini kesmek için kuytu gölgelik bir yer arıyordu. Bulduğunda usturayı açtı. Sol bileğine az batırıp bakındı. Portakal toplayan güzel bir kız kendine bakıp gülümsüyordu. Bu sıcak gülümseme karşısında yeniden doğmuş gibi oldu genç adam. Usturayı arkasına saklayıp kıza gülümsedi. Kız o esrarlı, sıcak gülümsemesini koyulaştırıp elini usulca portakal sepetine attı. Genç adam bir portakal eşliğinde kendine saf bir aşk da sunulacağını düşünürken, kız sepetten çıkarttığı tabancayı ustaca şakağına dayayarak ateşleyiverdi. son üçyüz yıldır insanların içinde yaşadığı toplum tipinin ipliğini pazara süren filozof. gerçi bunun için biraz geç kalmıştır ama artık kendisinin de kokusunu aldığı ama analiz etmeye ömrünün yetmediği, (bkz: deleuze)'un "post****** on control society" makalesinde belirttiği kontrol toplumuna geçmeye başlasak da analizleri hala çok önemli, açıklayıcı ve zihin açıcıdır. foucault'a göre geçtiğimiz üçyüz yıldır disiplin toplumu denilen toplumlarda yaşamaktaydık. disiplin toplumları insanları kapalı mekanlara tıkarak, orada mekana bir düzen içinde yayarak ve zaman dilimlerini düzenleyerek, kendisini oluşturan parçaların toplamından daha fazla üretken bir düzen yaratmaktadır. örneğin birey okula kapatılır, sıralara yayılır ve saat saat yapacakları planlanır. böylece bireyin enerjisinin, kendi doğal yaşamını, duygularını ve arzularını gerçekleştirmek gibi lüzumsuz(!) işlerde heba olması önlenir, bu enerjinin egemenlere harcanması garanti altına alınır. birey hayat boyu başlangıç modelleri hapishane olan bu kapalı mekanlardan birinden çıkıp birine girer (önce "aile", sonra "okul", sonra "kışla", sonra "fabrika", arada bir "hastane", muhtemelen "hapishane", eğer tamamen üretimsiz hale gelmişse "tımarhane"). (milleplateaux, 09.06.2004 12:07 ~ 24.09.2005 15:06 Bu, bu bir ''kaçış hali'' İftar çadırında cinayet. Bedenimi yerleştirebileceğim hayatıma geçici olarak da olsa anlam katabileceğim bir duruş yeri olarak -çıldırmamı geciktirecek bir yer- iftar çadırı kuyruğuna girmeye karar verdim. Sıra bana geldikçe arkalara geçiyordum. Bir çocuk saflığıyla, coşku dolu kıpırdanmalarla kuyruk iyice azalınca fark ettim ki, amaç karın doyurmakmış. Kuyruk bittiğinde tek başıma kalmıştım. Etrafımda benimkine benzer bir amacı benimseyen kimse yoktu. Karaltılar gördüğünü söyledi. Şeffaf retinasının önünde hareketli karaltılar. Uzun, acıtıcı bir iğneyi hakkettiğini hareketlerine yansıtırcasına yaklaşan bir zenci hemşirenin önünde diz çöküp ağlamaya başladı. Korku, tedirginlik, yalnızlık birleşip titremeye dönüştü. Karaltılar tekrar görünür olmuştu. ''İğneyi yiyene kadar da gitmediler'' demiş, eli pek hafif hemşireye. Uyandığında yanında olmayacağım diye bir not iliştirmiş alnına hastamızın sevimli hemşire. Bunun bir açıklaması olmalı. Karaltılar yine çıkacak mı? Artık alıştı ve görmeden duramaz ve istiyor da. Stockholm Sendromu mu yoksa bu, hemşireye karşı hissettikleri? (bu sendroma adını veren olay 1973 yılında stockholm'deki başarısız bir soygun girişimi sonucu ortaya cıkmıştır. kreditbanken isimli bir bankayı soymaya kalkan soyguncular kuşatılınca bankada bulunan 4 kişiyi rehin almışlar ve altı gün boyunca direnmişlerdir. altı günü sonunda polis operasyonu sırasında rehineler kurtarılmaya aktif olarak direnmişlerdir. daha sonra ise soyguncular aleyhine tanıklık etmeyede yanaşmamışlardır hatta para toplayıp savunmalarına yardımcı olmuşlardır. bu olaydan sonra psikolojide benzer rehine-rehinci olaylarındaki yakınlaşmaları tanımlamak için kulanılan bir deyim haline gelmiştir.) ''Sevmek Zamanı'' diye haykırarak içeri girince elinde sevimli iğneyle, hastamızın yüzünde güller açtı yine. Birbirlerine sarıldılar. Bu esnada arkaya doladığı elindeki iğneyi acımadan sapladı adamımıza kahrolası hemşire. ''Aslında gördüğüm bütün karaltılar senden ibaret'' diye fısıldayabildi sadece adamımız, kendinden geçmeden önce. Bir gün sonra yine aynı saat ve dakikalarda, aynı güzel görüntüsü ve iğnesiyle kapıda göründüğünde hemşiremiz, aynı yalancı samimiğiyle yaklaştığında adamımıza, olağandışı birşey oluverdi: Adamımız tombul ve güzel hemşiremizin elinden iğneyi kaptığı gibi hemşirenin öbürüne göre daha güzel olan sol gözüne saplayıverdi, köküne kadar ve zerk etti sevimli sıvıyı aynı kararlılıkla ve fısıldadı tüm sevecenliğiyle: ''Biz biriz artık. Birbirini seven iki ruh, iki beden, aynı şeyleri yaşamalı ve tatmalı bütünleşmek adına. Sen önce benim hissettiklerimi hisset, sonra ben de senin hissettiklerini taklit etmeye çalışırım. Taklit, güzelim.''

23 Şubat 2017 Perşembe

KUZGUN

0:10:10 American Splendor Cazla ilgilenmeye başladım. Ondan önce çizgi roman biriktirirdim. Her zaman iyi bir koleksiyoncuydum. Ne kadar plak alırsam alayım tatmin olmuyorum. Bu bir tür keş olmaya benziyor. Saplantılı bir yanım olduğunu kabul etmem gerek. Bu sanki Sierra Madre’nin Hazinesi gibi bir şey. Eskici dükkanlarına gidersiniz, bit pazarlarına takılırsınız, çünkü çok ender bir şey bulacağınızı sanırsınız. Çoğunlukla tam bir zaman kaybıdır. Ama arada sırada iştahınızı açacak bir şey bulursunuz. (Harvey Pekar) Evet, birçok araç gereç, teknolojik ıvır zıvır bize zaman kazandırıyor, ama hayatımızı uzatmıyor. Özümsenmiş, saflaşmaya doğru giden hayat, bunun gerçekleşmesi için eyleme dönük pasif çabalar. Aslında bize hız kazandıran bütün bu ıvır zıvır ömrümüzü uzatmıyor, aksine kısaltıyor. Hızın kazandırdığı kadarı, belki de fazlası, ömrümüzün giden kısmı. **************************************************************************************************************************************************************************** Morbius probleme çok yakındı. Krell projesini tamamlamıştı. Bu büyük makineyi. Artık araçlar yoktu. (Düşünce gücü ile istenilen şeyin yaratılması. Ama bilinçaltına ittirilmiş düşüncelerin açığa çıkmasıyla….) Gerçek bir icat. - Doktor, boşver şimdi bunu. - Ama Krell (uygarlığı) bir şeyi unuttu. - Neyi? - Canavarları John. - Id’den gelen canavarları. - Id’mi? O da nedir? Konuşsana doktor. (FORBIDDEN PLANET) Sıcak yaz günleri, Pazar öğle sonraları. Ya evden çıkıp kalabalığa karışıp alabalık olacaktım, ya da duvarlara nemli uzuvlarla kök salmış sürüngen. Beni evde tutmak için bol malzeme vardı, her zaman da olmuştu. Ama ben kendimi evde tutabilmek/avutabilmek için bu kadar malzeme toplarken bir taraftan da bu topladıklarımın gözümdeki değerini düşürüyordum. Bile bile bunu yapıyordum. Bu kanlı kısırdöngüden çıkamayacağımı bile bile, beynimin kıvrımları arasında gezinen uğursuz, karanlık, hayata neşe katıp güzelleştiren ne varsa kurutan şey. Beni, çıldırmadan hayatta tutmayı başarıyor, öbür taraftan da normalleşmeme izin vermiyordu. Sanki keskin bir çelik telin üzerinde dengedeydim. Kasvetli, kederli, mutsuz, bezgin ve içi geçmiş; artık her şeye kayıtsız, heyecansız ve yalnız. Hastaneleri, hapishaneleri, mezarlıkları geziyor, ruhumun açlığını giderecek bir şeyler arıyordum. Ölmek üzere olan hastalarla göz göze geliyor, cenaze törenlerine katılıyor, herkes gittikten sonra kendimden bahsediyordum. Ölüler bulunduğum durumu anlayacak durumda gibiydiler. İğrenç, rahatsız edici bir solucan gibi nezih insanların arasına karışıyor, onları acımayla karışık sonu gelmez bir nefret duygusuyla izliyordum. Hep iyi bir izleyici olmuştum. Birileri bunun farkına varsaydı ödüllendirilebilirdim belki de. Ve ölesiye nefret ettiğim insanların, alışkanlıkların, konforun müdavimlerinden olabilirdim. Çünkü ben aslında kendimden nefret ediyordum. Bu o kadar güçlü bir nefretti ki, aynı zamanda bana bunu saklayacak, buna dayanacak gücü de veriyordu. –Remember Tomorrow –İron Maiden- level atlamış bir zombiydim belki de. Üstinsan modeline ulaşmayı başarmış bir zombi. Hayatı, insanları, evreni algılama şeklim hep farklı olmuştu. Baktığımda, elimi atsam karşımdaki şeyi parçalayabileceğimi hissediyordum ama bunu bilmekten de derin bir utanç duyuyordum. Utancım yeteneğimi zamanla bastırıp, hayata tutunabileceğim bu dalı tamamen kuruttu. Yüzükten vazgeçemediği için Gollum’a dönüşen bir hobbit. Nefis betimlemeler yapabilirdim oysa. Ama birilerini bundan mahrum bırakmak derinden gelen bir keyif veriyordu. Hastalıklı, sapkın, dengesiz ve yenilgiyi kabullenmiş biriydim. Ölmeden kendimle hesabımı kesebilmeyi isterdim ama olanaksız olduğunu anlamıştım. Birileriyle, bir şeylerle derin bir yüzleşme/hesaplaşma yaşayacağıma emindim artık. Büyük ihtimalle ölümümden sonra olacaktı. Tabutum kamyonetin arkasında, Kazlıçeşme mezarlığına doğru yol alıyorduk. En alt tabakanın gömüldüğü yerdi. Mezarımı ziyaret etmek isteyen olursa –ki hiç sanmıyorum- çok meşakkatli bir yolculuk onları bekliyor olacaktı. Bu çileli yolculuk belki de bir nevi arınma anlamına geliyor olabilirdi. Şu an gitmekte olan bizler için ve sonraki ziyaretçiler için. Mezar kazıcılar, su dökücüler, şarlatan duacılar, irili ufaklı kemirgen beni bekliyordu. Yeryüzündeki son yolculuğum, en anlamlı ve zengin yolculuk olacaktı. Temmuz sıcağında terleyen canlılar ve kokmakta olan ben, yaşama ve canlılığa özgü o tuhaf heyecandan yoksun ilerliyorduk. Derken şoför önüne aniden fırlayan köpeği göremeyerek eziverdi. Oracıkta ölen köpeği, kamyonetin kasasına yanı başıma atarak yola devam ettiler. Benim gömülme işlemim, dualarım bitince, köpeği de ekstradan yanıma gömüverdiler. Bir köpeğim olmuştu.

19 Şubat 2017 Pazar

MAYMUNCUK

‘‘Yazan biri, yalnızca anlaşılmak istemez ama tam da emin olarak anlaşılmamak için yazar. Bir kitabı kimse açık seçik bulmazsa, böyle bir kitaba kesinlikle karşı çıkılamaz: belki bu, yazarın kısmi niyetidir, ‘kimse’ tarafından anlaşılmak istememiştir. Kendisini iletmek istediği zaman her soylu tin ve beğeni de, kendi okuyucusunu seçer; onları seçerek ‘diğerleri’ni dışarıda bırakır. (Die Fröchliche Wissenschaft – Neşeli Bilim)                                                                                                                                F.NIETZSCHE


 I.

 Sonunda işi bitmişti. Bir sigara daha yakıp dışarı çıktı. Filizlenmiş gökdelenlerin önünden geçerken, az önce yağan yağmurun yumuşattığı toprağın nefis kokusunu iliklerine kadar çekti. Kulaklığında, Sepultura’dan ‘Orgasmatron*’ -Motorhead'den cover- keyfi ikiye katlandı. Duvarlarda Metallica konser afişleri, bir ay sonra burada olacaklardı. Eski tatları yoktu ki artık. Tam bunları düşünürken, geçtiği son gökdelenin 88. katından atlayan kız önüne düşüverdi. Gencimize göz kırpıp öldü. Elinde bir zarf vardı. Delikanlı içgüdüsel bir çabuklukla zarfı alıp arka cebine koydu. Kız çok güzeldi, kederli gözleri hala açık, ölüme mi güzellik katmıştı kız, yoksa ölüm mü kıza güzellik katmıştı, bilemedi. Betona sırt üstü düştüğünden kafatası pasta gibi yayılmıştı. Gözleri, kaşları, burnu, ağzı; sanki muhteşem bir pastanın üstündeki olağanüstü süslemelerdi. Evi yürüyerek 15 dakika çekiyordu. İstanbul’un en pahalı, gökdelenli semtinden, görülmeyen sınırlarla ayrılmış varoştaki evine vardığında hala kızı düşünüyordu. Zarf dolu muydu, içinde ne yazıyordu, kimdi bu kız, neden ölümü seçmişti? İşlenmemiş taşlarla yapılmış bahçe duvarı, bu yaz akşamında da karanlığın katmanlarıyla örttüğü tek katlı evini dışa/topluma karşı sınırlıyor adeta koruyordu. Yaşlı babasının çeşitli sebze meyve yetiştirdiği toprak parçası da, kendini dıştaki çorak topraktan soyutluyor, yaşlı adamın sevgisi ve suyuyla verimli, soylu, saklı bahçe haline bürünüyordu. İç köşelere dikilmiş dört ağaç çoktan boy vermiş, meyveleriyle iki ev sakinine huzur, moral ve vitamin pompalıyordu. İçlerinden biri incir ağacıydı ve öykümüz için bunu vurgulamak önemliydi, diğer ağaçların cinsinden bahsetmenin önemsizliği adına. Gencimiz pencerenin kenarındaki yatağından dışarıyı, hemen duvarın dışına, yatağına pek yakın dikilmiş incir ağacının dallarına bakarak, ‘zarfı açıp okumalı mıyım’ diye düşünüyordu. Elbette okuyacaktı ama bu şimdi mi olmalıydı? Bu uzay zaman diliminde, incir ağacının gündüz serinliğinin de avansıyla, o anda gerçekleşmesi bir dizi felaketin de habercisi olacaktı. İş onu çok yoruyordu ve uyuyakaldı, tam da zarfı açacakken. O anda gerçekleşmediği için bu eylem, bir dizi felaket de tamamen rafa mı kaldırılacaktı? Bunu kurgulayan her kim, ya da neyse, önümüzdeki zaman diliminde açıklığa kavuşacaktı elbet. Gencimiz işteyken ve babası da ikindi uykusuna yatmışken, –her ikindi uyur ve nefis rüyalar görürdü- incir ağacının gövdesinin ortasına yakın irice oyuktan dışa, evrene bir şeyler akmaya başlamıştı: ağırdan, akışkan, nemli, yoğun ve renksiz bir şeydi bu. Kulak kiri gibi desek, bir çağrışım yapar mı? İhtiyarın rüyalarından biri miydi yoksa? Gerçekliğini acımasızca sorgulayıp, konuşturana kadar incir ağacını kırbaçlasak da, ihtiyarın belleğini didik didik etsek de, o an üç kuruş paraya, millet akşam seyredip dertlerini unutsun diye, dizi film montaj masasında anası ağlayan –ölmüştü ama- genci, göremeyeceği bir yerden röntgenlesek de, henüz bunun cevabını veremeyecektik… (13 bölüm gider bu) *******************************************************************************************

 II.

 ‘AVM’de bul beni’. Ölmemiş miydi? Gözü önünde betona çakılmıştı. Babası, durgun akan nehrin buz tutmasına yakın sızısıyla, ‘’gerçekten aç değil misin’’ diye sordu, ‘’nefis kapuska yaptım.’’ Yanıt vermedi. En yakın AVM (alış veriş merkezi) işiyle arasında vücut bulmuştu. Dünyaca ünlü büyük markaların küçük şubeleri buralara gelen insanlara küresel tatlar sunuyordu. Buralar, kapitalizmin en tepeden ve derinden yaşandığı o ulaşılamayacak bölgelerin/markaların aşağılara kadar inen kirli etekleriydi. Kirletenler de, bu sanal, küresel tatları alanları seyretmeye gelen en alt tabakaydı. Az gelişmişliğin sürekliliği, bizim zenginimiz, tepedekiler/dış batılı dünya ile en alttakiler arasında tampon bölge görevi görüyordu. Bundan da alınan haz tepe noktalarındaydı. ‘Ölmemişse orada olmalı’ diye düşündü. Çıkıp bakacaktı. Babası kapuskayı kaşıklıyordu. Yerkenki aldığı haz yüzünden okunuyordu. İlişse pençelerini gencimize sallayacak gibi iştahla yiyordu. Annesi ölümüne kadar, öleceği bilinmesine rağmen, son ana kadar iştahla yemeyi sürdürmüştü. Tutunamayan, dışarıda ezilip eve gelen, acısını bir şekilde oradakilerden çıkarıyor, yediği yemek ile de kendine gerekli olan hazzı yakalıyordu. Sefertası şahitti. Babasından ölesiye nefret etmesinin daha birçok sebebi vardı ama şu an ‘kızı bulabilecek miydi’ onu düşünüyordu. Girdi ve tek tek katları aradı. En üst katta Burger King’de çalışırken gördü. O olmalıydı. Birçok bölüm bomboşken bu yer çok kalabalıktı. Sipariş vermek imkânsız gibiydi. Arkalarda durup kızı seyre koyuldu. Kendini görmemişti ve bu telaşlı ve stresli çalışma ortamında zor görecekti. Yaklaşık 18 dakika öylece dikildi. Kız sonunda arkadaşının kendisini dürtmesiyle gencimizin farkına vardı. Bir sigara yaktı. 2 dakika sonra müdahale ettiler. Nefretle görevlilere baktı. Arka cebinden kanyak şişesini çıkarıp dibini buluncaya kadar içti. Kalan birkaç damlayla sigarasını söndürdü. Ve kıza haykırdı: ‘’Geldim işte. Bu bulmacayı çözelim artık.’’ Haykırdığına pişman oldu hemen. Bu şekilde iletişime geçmek istemezdi ama içindeki öfke kabarmıştı yine. Hızlı adımlarla gerisin geriye gidiyordu. Pazardı ve ikindiydi. Babası uyuyor olmalıydı. Ölmüş olabilir miydi? Bahçe kapısından girip ağaçlara doğru yürüdü. Ufaktan meyve vermeye başlamışlardı. Ama meyve yemeyi sevmezdi. İncir ağacına yaklaştı. Gövdenin ortasındaki oyuktan akan akışkan sıvıyı fark etti hemen. Bir süre inceleyip, işaret parmağını daldırarak ve peşinden parmağının dokunuş esnasında tuhaf bir keyif vermesinden de cesaret alarak, parmağındaki tüm o şeyi yiyiverdi. Bundan sonra olacaklar kendisin, babasın, o kızın, tanıdığı insanların ve belki de bütün evrendeki canlıların yaşantılarını değiştirecekti. Kim bilir?Sana gül bahçesi vaad ettim mi? ***********************************************************************************

 III.

 Kanındaki alkolle, bu tuhaf maddenin tepkimeye girmesi sonucu, gencimiz oracıkta ölüverir. En azından dış kapıya kadar sürünebilmeyi dilemiştir. Babası içerde uyumaktayken oraya doğru seğirtmemesi nedense pek

bir tuhaftır. F I N




Kötü sümkürmüştüm. Lavabonun oldukça dışına giden bir parça. Aramalarımız akşama kadar sürdü. Hava kararınca meşalelerle, bütün kasaba aramaya çıkacaktık.

 Yalnız değilim ben; sigaram, çayım, kitaplarım sonra filmlerim. Bana çeşitli oyunlar oynayan, gerçeklikle alt benliğim arasında kaskatı kalın duvarlar ören beynim. Sigarayı bırakmayı düşündüm ama sigaram ve çayım ayrılmaları imkânsız iki kardeş gibiler. Onları ayırmaya dayanamam. ‘Sophie’nin Seçimi’ gibi olur sonra.

 Korku ve dehşet yüzümden okunuyordu. Bütün bedenim titreyerek ittirdiğim, hastanenin aynalı kapısında kendimi gördüğümde. Askerde bütün aynaların üst kısmında ‘kılığını düzelt’ yazardı. O an hatırlayınca acıyla güldüm. Danışmaya kadar yalpalayarak varabildiğimde son sözlerim, ‘‘bellek kanaması, yardım edin’’ olmuş. Kendime geldiğimde tepemde bir serum, yatıyordum. Odada 6 kişiydik. Yanımdaki yatakta Sartre okuyan ihtiyar Sartre’a ne kadar da benziyordu. ‘‘Şaşırma, 0 zaten benim’’ dedi. Kanamam devam ediyor olmalıydı. Serum şişesine baktım, ispirto rengindeydi ve üzerinde ‘titre ve kendine gel’ yazıyordu. Herhalde bu yatakta çıldıracaktım, korkuyla beklediğim, gerçekleşeceğinden emin olduğum o an, kendimle vedalaşma zamanı gelmiş olmalıydı. İri ve acemi bir hemşire –acemi olanları kötü kaderin belirginleşmesine yardımcı olduğundan tercihimdi- saldırgan adımlarla bana yaklaştı. Bir uzun 2000 yakıp ‘‘ateşin var mı genç’’ dedi. Artık tamamen emindim, ‘ben ben değilimdir artık’ diyen Rimbaud’ya bir adım daha yaklaşmıştım. Diğer yanımda yatmakta olan tikli genç, birden yerinden fırlayıp elindeki plastik bidonun içindeki sıvıyı üstüne boca etti. Benzinmiş. ‘‘Burada ateşin kralı var hemşire’’ deyip kendini ateşe verdi. Hemşire yanmakta olan adama yaklaşıp, yanmasına aldırmadan sigarasını yaktı. Bedenimin yer bulamadığı/sokulmadığı bu uzay zaman diliminin tadına böylesine iştahla bakmama izin verilmesi ve belleğimin dimağında bıraktığı nefis tat. Kurmacaları kurgulayanı ensesinden tutup, buruşturarak kurmacalarının arasına fırlatan ‘görünmeyen el’, varlığım varlığına armağan olsun… burada durmalıydım.

6 Şubat 2017 Pazartesi

DİZ ÇÖKEN SEMENDER

Helikopter pervanesine kaptırdığım işaret parmağımı ve yüzük parmağımı getiremezsem hiç evlenemeyeceğimi ve hiç tahtaya kalkmak için parmak kaldıramayacağımı söyledi doktor. Umursamadım. Sağlık Ocağında 161 numarayı almıştım ve 93 dakika sıranın bana gelmesini beklemiştim. Koca bir hiç için! Odadan çıkıp bir numara daha aldım. Başka bir doktorda şansımı denemek istiyordum. Bekleme salonundaki koltukların hepsi ihtiyarlar tarafından doldurulmuştu. Çoğunun bir sıkıntısı yok gibi görünüyordu. Yaşlandıklarını kabul edemiyorlardı belki de. 298 numarayı almıştım bu sefer ve önümde 73 kişi daha vardı. Doktor sayısı 4’dü. İhtiyarların çoğu ilaç yazdırdığından çok da beklemeyecektim. Ama kayıp parmaklarımı bulmamı söylerse diğer bir doktor da, yapacak bir şeyim olmayacaktı. 300’de numara bitmişti ve hala akın akın ihtiyar yağıyordu sanki gökyüzünden sağlık ocağına. Birini numaramı çalmaya çalışırken yakaladım. Yalvaran gözlerle bana baktı: ‘’Çok, çok uzun yaşamam için bu numaraya ihtiyacım var’’ dedi. Numaramı verdim ve yeni aldığım Apocalypse Now (Redux) DVD’sini de uzattım peşi sıra. DVD ile ilgilenmedi ve ben de dışarı çıktım sevgili. Oysa Redux olduğundan, kurguda çıkarılmış 50 dakikanın da eklendiğini ballandıra ballandıra anlatmama rağmen ikna olmadı. ‘’Ballantines viskiye, baldıran zehiri atıp ballandırsaydın ikna olurdum belki’’ diye içinden geçirmiş olabilir mi sevgili? *******************************

******************************* ************************************ ************************************

 Yürürken sırf sana benziyor diye hapşıran bir kıza ‘’çok yaşa’’ dedim. Gülümsedi. ‘’İstersen bir kahve içelim’’ dedi. İşlerin bu kadar çabuk gerçekleşmesi kitabımda yazmıyordu sevgili ve sen vardın. Gözlerimin içine içine bakıp, ‘’O benim’’ dedi. İnanmışım sevgili. Kahve içerken kendime geldim ve sırf sana benziyor diye yanaklarını okşadım. Kahveler bitince kız itiraf etti: ‘’Sırf eski sevdiğime benziyorsun diye buradayım. Ben de bir kaybedenim.’’ Söyledikleri kalbime dokunmuştu sevgili. O sen olabilir miydin? Sen de benim gibi, bana benzeyen birine ihtiyaç duyabilir miydin? O sen miydin sevgili? Daldığımı görünce fısıldadı: ‘’ Eternal Sunshine Off The Spotless Mind’’ ********************************** **********************************

  ****************************** ****************************** Koşarcasına kaçtım oradan sevgili. Senin bir oyuncak ayı olduğunu itiraf edemedim. Yine de kendimle çelişkiye düşmekte çok iyi olduğumdan ve bundan sahte bir gurur da duyduğumdan sevgili, varlığının cinsi hakkında bir an şüpheye düşmedim değil. Ama şu an eminim: Sen bir oyuncak ayısın benim için sevgili. Bulunduğum yerden, koşarak çıktığım pastaneye baktım. Kalktığım masanın üstünde bir oyuncak ayı yatmaktaydı. ************************************

************************************ *********************************** *********************************** Soğuktu ve yağmur çiseliyordu. Kırmızı ışıkta durup gökyüzüne büyük bir karamsarlıkla baktım. Kara-gri gökyüzü ahmakıslatanını da göndermekte gecikmedi sevgili. Şu an burada olsaydın, yanımda benimle ağır adımlarla yağmura aldırmadan yürüseydin, tüylerin yapış yapış olurdu sevgili. Üzerinde sigara söndürdüğüm zamanlar oldu biliyorum ve özür diliyorum. Kırılmış kül tabağının da suça ortak olmasıyla suçluluk duygum biraz olsun azalıyor. Hala kırmızı yanıyordu ve bir araba iyice yanıma yanaştı. Beklediğim kişiydi. Evine gittik. Gizemli çantasını açtığında her kalibreden silah vardı. Uzun namlulu bir 45’lik seçip, ‘Silahlara Veda’dan bir pasaj okudum. Eleman etkilenip fiyatta oldukça aşağı indi. Elinde başka şeylerde vardı ama ilgilenmedim sevgili. Silahı belime takıp bir 2000 uzattım. Keyifle sigaralarımızı tüttürüp çıktık. *********************************** *********************************** ******************************** ******************************** Sağlam dostlarımızı kırdığımızı, onlarla uzaklaştığımızı söylüyorsun. Biz içimiz kan ağlaya ağlaya Tanrı ile bile yollarımızı ayırmıştık. Artık bizi paklayacak hiçbir şey olmayacaktı. Bunu bile bile bu kalın, karanlık kitaplara gömüldük. Kendimizden intikam alırken, bunun farkına varamamak, vardığımızı kendimizden saklamak. Bütün birikmiş ümitsizliklerimizi aynı potada tuhaf bir umutla eritip, oradan kendimize tapınacağımız –helva mı?- bir Tanrı uğraşısına girişmemiz ne kadar da aptalcaydı. Ama biz soylu aptallardık.

 *********************************** *********************************** Kanım parkelerin birleştiği çizgilerden daha içerilere doğru sızıyordu. Yattığım yerden görüyordum. Parkelerden sonra betondan da aşağıya, alt kattaki ihtiyar çiftin huzurla ölümü bekledikleri oturma/ölme odasına, onlar o an oradayken, belki de kafalarına pıt pıt damlayacaktı. Bileklerimi kesmiştim ve belki de kanım, bütün canlılığıyla kalan ömrümü onlara devretme işlevi görecekti. Bunu bilselerdi ya da gerçek olsaydı, tavana gözlerini dikip, ağızlarını alabildiğince açarak, damlayacak her bir damlanın tadına bakacaklardı. Kan emmek ille de vampir olmak anlamına gelmezdi. ******************************************* ******************************************* 

‘Kafadan sakat olma halim’ şimdiki zaman, -yorum, -yorsun, -yor takılı, takıntılı bir halde, KBB’cıya görünmek için numara aldım sağlık ocağından. ‘’Öyle bir bölümümüz yok’’ dedi, usta işi hemşire. ‘’Hem bana kalırsa önce akıl sağlığınızı kontrol ettirmelisiniz’’. Titreyen kolumu umursamadan sallayıp cevapladım: ‘’Tamamen haklısın’’. Numaramı havaya attım. Benden sonra gelen onlarca ihtiyar kapmak için yükseldi. Sanırsın NBA finalinde başlama atışına çıkan pivotlar. Çıkarken dikkatimi çekti: Sağlık ocağının uzun koridoru boyunca çivi yazılarıyla bir şeyler yazıyordu. Öyle değilmiş. Buraya şifa bulmaya gelen ihtiyarların her biri burada ölürse, onun adına bir uzun çentik atılırmış duvara. Törenler eşliğinde helvası yenir, elbiseleri, cüzdanı, bedeni vs. yağmalanırmış peşi sıra. Bu yüzden dış kapının etrafında uğursuz ölü seviciler beklermiş.

 

1 Şubat 2017 Çarşamba

MUTSUZ KIZ

DIŞ SONRA İÇ 16:00 BEN-TEYZE-ÇOCUK (ÜÇ MAYMUN) SSK Samatya’da yatmakta/ölmekte olan halamı ziyaret etmek için trene bindim. Sorumluluk almaktan, akraba, arkadaş ziyaretlerinden hep kaçmıştım. Belki de ölmüştü. Ama istasyondan inip ilk sağ yola saptığımda, epey gittikten sonra çıkmaz sokakta olduğumu anlamıştım ve geri dönmeye üşeniyordum. Dar sokak boyunca dizilmiş eğri büğrü yoksul evlerinden birinin kapısını çaldım. Elinde kemirdiği ekmek, kirli yüzlü, belden aşağısı çıplak 5 yaşlarında bir erkek çocuğu kapıyı açtı. İçerde acıyla kıvranmakta olan yaşlı bir kadın vardı. Halama ne de çok benziyordu. ‘‘Geldin mi oğlum?’’ dedi. İlginç olan hiçbir şey yoktu. Bu tek gözlü odada hayatı katlanılır kılacak bir şey arıyordu gözlerim. İçeri gizlice sokmayı düşündüğüm kanyağı çıkarıp ufaklıktan iki tane bardak istedim. Teyze hafiften doğrulup bana dikkatle baktı. ‘‘Sen Kemalettin değilsin’’ dedi. ‘‘Sen de halam değilsin’’ diye karşılık verdim. Gelen yarı kirli yarı temiz bardakları doldurup, teyzeye seslendim: ‘‘hayata ve coşkuya’’ **************************************************************************************************************************************************************************************************** ************************************************************************************************************************************************************************************************ Yazdıklarımın gereğinden fazla kişisel ve değersiz olduğunu düşündüğümden...............utanç içinde, tecrit edilmiş bir yaşam ile mükafatlandırılmama karar verilmiştir. "Her şeyi göstermek ve hiç bir şeyi teyit etmemek" üzerine kurulmuş bir yazınsal, debelenişsel anlatının tüm saç ayaklarını yerden kesmek üzerine, kaleme alınmış bir yazıyla tüm nefret edenlerime veda edeceğim. Uykudan uyandığımda, aslında uyanmadığımı anlamam için uykudan uyanmam gerekiyordu. Bunun için de bir süre daha geçecekti. Bu arada kalan süre, ağrılı bir süreç, 'bilinç'in kendi yapısını yeniden kurması, kurabilmesi için de kendinin farkına varması gerekiyordu. Çok ağrılı bir süreç -kısacık bir zaman dilimi- her saniye vuruşunda biraz daha değerlendiğini anlayacaktı. ************************************************************************************************************************************************************************************************ Hasta köpek. Önünde ölü balık. Yemiyor. Noktalar kısıtlıyor davranışlarını. Hastalık bütün yaşam pınarlarını kurutmuş. Evrene sürgün edilmiş köpek, özlem duydu hep geldiği yere. Tanımlayamasa da sahiplerine. Hiç sahibi olsun istemedi. Uzun süre olmadı da. Bebek sahilinde köpek. Hasta, yorgun ve yaşlı. Önünde ölü balık. Yemiyor. Canlı olmak kısıtlıyor davranışlarını. Canlıya özgü davranışlar onlar oysa. Bankta sakallı adam. Köpeğe bakıp bunları düşünüyor. Oysa bebek parkını hiç görmemiş bile. Ne kadar da çok ‘oysa’ kullanmış. ‘Bir’ kelimesinden nefret eder. Çok kullanmayı acemilik sayar. Şimdiye kadar hiç kullanmadı. En azından bu yazı boyunca. Zengin tombul çocuk kulağında kulaklık ter atıyor. ‘‘Pink Floyd’dan ‘Cirrus Minor’ dinliyor olabilir mi’’ diye düşünmekte, sakalını sıvazlarken. Oysa o parçayı dinlese böyle iştahlı koşamaz, biliyor. Böyle iştahla yeyip, bu kiloları da alamaz belki, bunu da biliyor. Bildikçe acısı artıyor. Oysa yıllar önce bıraktı bilmeyi, okumayı ve hafızasında tutma isteğini. Hasta köpek. Önünde ölü balık. Yemiyor. Patisiyle denize doğru itiyor. Ölü balığın suya düşerken çıkardığı sesi duyamıyor ter atan tombul çocuk. Sakallı adam duyuyor. Acısı artıyor. Köpek ağır adımlarla içeri ağaçlara doğru gidiyor. Sessizce ve kimseye görünmeden kusacak. Sakallı adam da kalkıyor banktan. Ters tarafa doğru yürüyor Bebek sahili boyunca, yüzünde tarifsiz bir keder. Oysa Bebek parkını hiç görmemiş. Ter atan çocuk orada hala ve hissediyor oraya ait olduğunu ve oranın da ona ve onun gibilere ait olduğunu… ************************************************************************************************************************************************************************************************ ************************************************************************************************************************************************************************************************ Sinemaya filmin ortasında girdiğinde karanlıktan anlayamadı önce hiç kimse olmadığını. Cumartesi öğleden sonrası, sıcak bir yaz günü, kendisi hariç herkesin yapacağı çok daha önemli işleri vardı. Kendine çok uzak yerlerde zevkle geçirecekleri zamanlar için o na ihtiyaçları yoktu. Tek başına filmi sonuna kadar seyretti. Jenerikleri sonuna kadar seyretti. Sonraki seyirci için çıkması gerekiyordu. Araya çıktı, kimse yoktu. Koşarak merdivenleri çıkıp gişeye kadar koştu; yine kimse yoktu. Dış büyük siyah kapı kapalıydı. Öfkeyle ve haykırışlarla yumruklamaya başladı kapıyı. Oysa bir sinema koltuğuna gömülüp, yerinden kalkmadan binlerce film seyrederek yaşlanmayı, hatta ölmeyi düşlemiş, bunun için dua ettiği bile olmuştu. Zemine düşen toprak sesi duydu birden. Yukarıda bir yerlerden üstüne toprak atılıyordu. Duası kabul olmuştu. Bu duruma alışması uzun sürecek olsa da, durumu bir süre sonra kabullenecek ve yumuşacık koltuğuna gömülüp kendini makinistin seçtiği birbirinden güzel filmlerin büyülü dünyasına bırakacaktı... ********************************************************************************************************************************************************************************************************************** ************************************************************************************************************************************************************************************************ Kelime dağarcığı darağacında sallanırken, soğuk esen rüzgarın da etkisiyle, kendini çözdürecek kelimeleri bulamıyordu. Erguvan kokulu yelkovanın hızına yetişememesi dehşetle titretti kendini biraz sonra. İstediği kelimelere hala sahip değildi. Bir olay örgüsünü ilmek ilmek dokumada iyice ustalaşmışken boşvermesi, aksine sökücü bir yapıya bürünmesi böbürlendiriyordu da kendini kimi zamanlar. Hızla doğruldu düşüncelere sarmalandığı sıcak yatağından. Sehpasındaki pakete uzanıp bir sigara yaktı. Uyumadan önce yarım bırakdığı çayı bardağından kavrayıp hızla içti. Güne yine güzel bir kahvaltıyla başlamıştı işte yine. ''Yokluğum ne kadar can yakabilir ki'' diye fısıldadı, aynadaki tanıyamadığı aksine. Fısıltısı yankı yapıp kendine bir yabancının ses tonuyla geri döndü. Kişilik bölünmesi, simetriğe yakın beyninin iki lobunu keyifle paylaşmış olmalıydı belki de. Bütün yokluğuna rağmen bir burjuva ya da aristokrat ahlakına sahip olması bir süre gurur dalgası olarak içine yayılıp ısıttı tüm kılcal damarlarını. Olay örgüsünü çözmekle meşguldu. Bizlerden sakladığı olay örgüsünü. Sıkıcı ve berbat bir girişten sonra koridor boyunca gelişme kısmını yaşayacak ve bu deneyimi belki de asla unutmayacaktı. Yol boyunca yerde sürünen yaralı bir adam, kuyruğunu yitirmiş bir kertenkele ile varışa kadar yarışa tutuşmuştu. Adam kanlı elini uzatıp yardım diledi, kertenkeleyi geçmek adına. Ama bunun adil olmadığını hepsi biliyordu. Nemli, yosun tutmuş uzun koridorun duvarlarından, hiç evlenmemiş yaşlı bir kadının gözyaşlarına benzer ılık sıcak damlalar süzülüyordu. Tavandaki uzun ve derin çatlaklardan da aynı damlama diz boyu suya karışırken sessizliği tuhaf bir şekilde bozuyor, kahramanımızın koridor/yol boyunca yaşayacağı ve yaşadığı deneyime renk katıyordu. İnce belli bir kum saatinden hayatı içer gibi tedirgin ve keyifli yolun getirisini düşünmekteydi. Yanından bir stalker'ın kılavuzluğunda bir fizikçi ve bir yazar tartışarak geçerlerken kendisini fark etmemelerine de şaşırıp azıcık da bozuldu. ''Ne olacaksa şimdi olmalı'' diye düşündü. Bir şeyler olmalı mıydı? Işığı gördü ve canı sıkkın çıkıverdi. Güneşli gökyüzünün, yemyeşil bitki örtüsünün ve çağlayan ırmakların olduğu bir yere açılıyordu koridor. Beyaz giysili temiz yüzlü insanlar ellerinde çiçeklerle kendini karşılamak için oradaydılar. Önemsendiğini ilk defa fark etti ve kendine değer verildiğinin. Esmer güzel bir kız elinden tutup onu sürükledi aşkının kalbine giden yolundan. ''Seni bekliyordum'' diye sevgiyle fısıldadı. Elini adamımızın göğsüne sokup, kalbine ve karaciğerine saplanan iki hain kalaşnikof mermisini çıkarıp attı. Bilinçaltından bedenine uzanan tüm koridorlar açılmamak üzere kapandı. Yeni ve uzun bir deneyimin yolları açıldı ayaklarının dibinde. ****************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************** *********************************************************************************************************************************************************************************************** Scattered remains splattered brains “Cennet'ten atılma, aslında sonsuzluktur: Demem o ki, Cennet'ten atılma geri dönüşsüzdür, yeryüzünde yaşamaktan kaçış yoktur, yine de eylemin sonsuzluğu, sürekli Cennet'te kalabilme umudumuzu yenilemekle yetinmez, aynı anda, belki de oradan hiç ayrılmadığımız anlamını da taşır; bunu bilsek de bilmesek de.” F. Kafka İç organlarını yokladı. Çimenli yumuşak toprağa düştüğünü anlayamazdı o an. Ayağa kalktı. Kuşlar vardı, sonra güneş, sıcak ve ağaçlar. Tekti. Bir kitabı okurken ki kadar tek ve yalnız ve mutlu. “Gerçek parçalanamaz ve bu yüzden kendini tanıma olanağından yoksundur; onu tanımak isteyen yalana dönüşmekten gayrsını yapamaz.” F. Kafka Sürgün. Araç trafiğindeki aksamalardan bunalanların atlamak için sıraya girdikleri korkunç yüksek kayalıklar. Sıraya girdi. Birbirlerinden cesaret alıyorlar ve kolayca kendilerini boşluğa bırakıverebiliyorlardı. Arkasında güzel bir kız devamlı ağlıyordu. “Arabamı yeni almıştım. Çok pahalı ve spor bir arabaydı. Şu an burada olmayı istemezdim.” Kıza sarıldı ve şunları fısıldadı: “ Sözcüklerin karmaşasından kurtuluş yolu: Eyleme geçilerek yok edilecek olanın sımsıkı tutulması gerekir; ufak parçalara bölünen dökülür gider, nedir, yok edilemez.” “Bu yaşamdan aldığımız mutluluklar, yaşamın kendi mutlulukları değildir, şu andakinden daha iyice bir yaşama ulaşma korkumuzdan.” F.Kafka 02:54’de kayda/kayalığa girdiler. 02 dakika, 54 saniye sürdü düşmeleri. İç organlarını yokladılar. Çimenli yumuşak toprağa düştüklerini anlayamazlardı o an. Ayağa kalktılar. Kuşlar vardı, sonra güneş, sıcak ve ağaçlar. Çifttiler. Bir kitabın iki yüzünü okurken ki kadar çift ve yalnız ve mutlu. **********************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************************