16 Temmuz 2017 Pazar

TUHAF GÜNLER

Güneşli bir yaz gününün kavurucu sıcağı altında, hızla ilerleyen bir yelkenlinin güvertesinde buldu kendini. Dipteki yosunların kokusunu içine çekerek neler döndüğünü anlamaya çalıştı. Yelkenlinin pruvasına kondurulmuş dümenin başında sırtı kendine dönük bir adam dışında etrafta başka hiçbir canlı olmamasına içerleyerek, ayak bastığı nemli tahtaların altındaki gürültüye dikkat kesildi. Kürek çeken forsaların tempolu ve öfkeli seslerini işitti. Dayanamadı; yere yatarak sol kulağını verniklenmiş kaygan zemine dayadı. Forsalardan oluşan koronun güçlü sesinin ardında tüm çocukluğu boyunca duyduğu sesleri cılız da olsa duymayı başardı. Bütün vücuduna yayılan yüzeydeki nemin verdiği serinlik hoşuna gitti. Yattığı yerden yelkenli ve diğer her şey daha tuhaf gözüktü gözüne. Her şeyin bu kadar çabuk ve kuru kuruya oluşuna sinirlendi doğrulurken. Anlamadığı bir dilde mırıldanan yüzünü göremediği gizemli adama daha da yaklaştı. İçinde ona karşı bir acıma duygusu nefrete dönüşüp birden, aynı hızla mavi gökyüzüne doğru yükselerek gözden kayboldu. Arkasından görebildiği kadarıyla bu sıcakta bordo renkli ve süslemeli bir redingot giyen bu adam, giysisini tamamlayan tokalı ve topuklu rugan ayakkabılarıyla yüzyıllar öncesinden fırlamış gelmiş de olabilirdi. “Babam olabilir mi?” diye korkuyla fısıldayarak adama biraz daha yaklaştı. Sinsi ve kurnaz birisi olduğunu düşündü nedense. Yaklaştıkça dipten gelen gürültünün daha da şiddetlendiğini fark ederek heyecanlandı. Kolunu uzatsa omzuna dokunacak kadar yakındı şimdi. Adam sanki yanında durmakta olan birine, yanında kimse olmadığı halde anlamadığı bir dilde hararetle bir şeyler anlatıyordu. “Acaba bana mı anlatıyor?” diye düşünüp önüne geçmeye çalışınca, adamın geniş sırtı tüm yeryüzünü yansıtan bir ayna gibi birden ona doğru döndü. Ne kadar önüne geçip yüzünü görmek istese de bunu bir türlü başaramadı. Denizi ve ilerdeki kara parçasını neden şimdiye dek fark etmediğine hayıflanarak, adamın önüne geçmeye çalışmaktan vazgeçti. Yelkenli karaya yanaşabileceği kadar yaklaştığında denize atlaması ve yüzerek karaya varması gerektiğini anladı. Önemsenmediği bir yerde durmaktansa gitmenin daha akıllıca olduğunu düşünerek suya atladı.

 Mutfak masasına oturmuş, pişmekte olan kurabiyelerin, çöreklerin kokusunu içine çekiyor, bir taraftan da içli bir türkü tutturup neşeyle çalışmakta olan annesini seyrediyordu şimdi. Buraya nasıl geldiğini önemsemedi; hatırlamadı da. Yanmakta olan sobanın, yağmakta olan karın güzelliğini kendi sıcaklığına katarak verdiği huzuru, gelecekte yaşlanıp bir köşeye çekildiğinde belki de acıyla hatırlayacaktı. Saçlarının ıslaklığını umursamadan, nasıl olsa kuruyacaktır diye düşündü. Gürültülü bir kar yağıyordu sanki. Yoksa bu hemen yanındaki ocakta kaynamakta olan çayın fokurtusu muydu? Karanfilli çayın ve pişmekte olan çöreklerin, böreklerin kokusu birbirine karışıyor, ahşap mutfak dolaplarını, dolapların açık yeşil tonlarıyla uyumlu perdeleri, kadının üstündeki önlüğü, yerdeki kilimi, masanın üstündeki tuzluk, şekerlik ve kahvaltılığı, tezgâhın üstündeki kavanozları, baharatları, bardakları, mutfakta o an ne varsa her şeyi büyülü bir duman gibi sararak, kendine bu anın özel, önemli ve unutulmaması gerektiğini hissettiriyordu. Yüzünü pencereye, görebildiği kadarıyla beyaz manzaraya çevirdi. Bu korunaklı sıcak oda, annesinin varlığı, mutluluk, huzur, dışarısı ile de uyum içinde miydi? Bütün bunları düşünen kendisi, varlığı, odada kapladığı hacim. Buraya mı aitti gerçekten? Düşündükçe burası, bu huzur ve mutluluk kaynağı, kokusuyla, tadıyla, etrafa yaydığı tatlılıkla birbirine karışmış kedi mırıltılarını andıran sesleriyle ve buraya hiçbir şey olmayacakmış hissinin midesini bulandırdığı yumuşak, sıcak renklerden oluşan görüntüsüyle içinden çıkılması, kaçılıp kurtulunması gereken bir yere mi dönüşüyordu yavaş yavaş?

Duvarların sertliğini önemsemeden, yaşlı ve unutkan birinin boş vermişliğiyle gülümsedi. Bütün bunları düşünen birinin huzurla bu masada oturamayacağını bilmenin huzursuzluğuyla kıpırdandı. 12 yaşında olmasına rağmen bütün bunları nasıl düşündüğüne şaşırdı. 12 yaşında mıydı, günlerden neydi, saat kaçtı, hala sırtı kendine dönük uzun, içli türküsünü söylemeyi sürdüren bu kadın annesi miydi? Yüzünü dönmediği sürece başka biri de, herhangi bir şey de olabilirdi. Bu kadın sonsuza dek bu şekilde dursa, kendi de yaşlanıp son nefesini verene dek bu masada heyecan dolu bir şüphe ile otursa ve o öldükten sonra kaldırılıp yerine yine bir ömür boyu aynı şüpheyi mutlulukla yaşayacak, bunu annesinin erken ölümüne tercih edecek bir başkası otursa ve o da ölünce yine bir başkası… Yüzünü dönmediği, kımıldamadığı sürece gerçek olması bile gerekmezdi. İnsan isterse, bu duygu ile yaşayabilecek ise, bir vitrin mankeni bile bu işi görebilirdi. Usulca masadan kalktı. Annesinin dikkatini dağıtarak kendine doğru dönmesini, kendini görmesini istemiyordu. Annesi olmamasına dayanamazdı. Belki annesi de, kafasında hayal ettiği gerçek bir oğul, kendi tasarladığı bir oğulla karşılaşmayacak, gördüğünün kendi oğlu olması onu hayal kırıklığına uğratacaktı.

Pencereye doğru yürüyüp, dışarıdaki beyaz manzarayı, kartopu oynayan, kardanadam yapan çocukları, karşı apartmanların pencerelerinde kendi gibi dışarıyı seyreden ve belki de kendi gibi aynı şekilde manzaranın tadını çıkaran insanları seyre koyuldu. Çocuklar eskiçağ tanrılarının heykellerinin arkasına saklanarak kartoplarından korunuyorlardı. Heykellerden birinin önündeki sunakta, başının altında kaz tüyü yastık çok yaşlı bir kadın uyuyordu. Kurban edilmeyi bekleyip umut ederek taş sunakta yaşlanmıştı belki de. Yüzü görünmüyordu ve halinden memnun biri gibi uyuyordu. Bunu nasıl anlayabildiğine şaşırmayarak bakınmaya devam etti. Başkaları da aynı şeyleri görüp, aynı şeyleri mi düşünüyorlardı? Gerektiğinde terini alacak olan beyaz ketenden boyunbağıyla şu çarpık ağızlı kardan adamın kafasının şeklinin bozukluğunu, burun görevi gören havucun yenmiş kısmının hangi çocuğun midesine gittiğini, burnu akmış kırmızı bereli kızın yüzündeki sevinci, direğin dibindeki kediler tarafından parçalanmış çöp poşetlerinin üstüne yağan karın, onlara sanatsal bir hava kattığını sadece kendi görüyor, bunun kendi adına bir ayrıcalık olduğunu düşünüp keyifle gururlanıyordu o an.

 Biraz sonra hava kararacak herkes evlerine çekilecekti. Bütün o neşeli, meraklı yüzler odaların içlerine, televizyonlara, ekranlara gömüleceklerdi. Gecikmiş bir ölümü beklediklerini fark etmeyerek, kenarları uyuşukluğa batırılmış kahredici bir sabırla yaşlanacaklardı. Herkes gittikten sonra kardan adamla kendisi kalacak, birbirlerine bakmayı sürdüreceklerdi. Hangisi önce vazgeçecekti? Bakmaktan vazgeçenin kardan adam olmasını başarana dek, pencerenin önünde durmayı sürdürebilirdi. Ama buna gerek kalmayacaktı. Birdenbire yumuşacık bir “poff” sesiyle kardan adamın kafası dağılıp paramparça oldu. Şaşkınlık, hayal kırıklığı ve tuhaf bir sevinçle karşı binalara bakındı. Herkes korkuyla odalarının içlerine, en karanlık ve güvenli köşelerine kaçışmıştı. Karşı pencerelerden birinde atletli ihtiyar bir adam kahkahalar atıyor, yaşlı ve yorgun gövdesi oynadıkça elindeki dürbünlü tüfek, oyuncak bir silah gibi sevimli görünüyordu. İhtiyar adamı fark edip, atletindeki yemek lekelerini bu kadar uzaktan en ince ayrıntısına kadar görebilmesine şaşırdı. Yemek lekelerine bakıp, onları bir ressamın soyut resimlerinden anlamlar çıkaran bir sanatsever gibi incelerken, ihtiyar adamın tüfeğin dürbününden kendine baktığını sezemedi. Bir mermi vınladı kulağının yanından. Korkuyla eğilip arkasını döndüğünde, kadının sırtüstü yattığını gördü. Annesi miydi? Şimdi de o olmamasını ümit ederek, bu gergin bekleyişin vereceği tuhaf bir mutlulukla ve peşi sıra geleceğinden emin olduğu bir çılgınlık haliyle ölene dek bu şekilde bekleyebileceğini hissetti. Yerde yatanın annesi olmasındansa bu korkunç duygularla ömür boyu cebelleşebilirdi. Annesinin varlığı, hala hayatta oluşu, bu mutfakta bir ömür boyu telaş ve mutlulukla koşuşturması ve bundan küçük bir kız çocuğu gibi keyif alması için kendini hiç düşünmeden feda etmeye hazırdı.

 Kadına doğru iki adım attı. Tezgahın üstünde duran, fırından yeni çıkmış çöreklerin dayanılmaz kokusunu içine çekti. Annesi tepsiyi fırından çıkartırken vurulmuş olmalıydı. Çörekleri dökmemek için tezgaha son bir hamle yapmış ve düşmüştü. Nadir çöreklerden bir tanesine isteksizce, işaret parmağı ile bastırdı. Sıcacık ve yumuşacıktı. Ne güzel kokuyordu. Çöreğin gövdesine iyice giren işaret parmağını usulca doğrultup havaya doğru kaldırdı. Çörekle birlikte havalanan elini, tüm isteksizliğine ve yerde yatan kadının annesi olması durumunda yaşayacağı acıya rağmen, ağzına doğru götürdü. Bütün yoğun düşüncelerini bir tarafa bırakıp çöreği ısırdı. Bir daha ve son bir ısırık ile çöreği çiğnerken demlenmiş olan çaya gözü kaydı. Ama bu kadarı da fazlaydı. Bir çörek daha alıp ağzına atacakken, gözleri yerde yüzükoyun yatan kadının saçlarına takıldı. Annesinin saçlarının rengi tam olarak böyle miydi? Emin değildi. Bildiği şeylerin hiçbiri kesin değildi. Ömrü boyunca gördüğü, öğrendiği, yaşadığı her şeyi etraflarında bir bolluk bırakarak, esneme payıyla kaydetmişti. Şimdi bu bolluk, bellekteki gevşeklik, her bir bilgiyi kesinliği elinden alınmış olarak ortada bırakıyordu. Elindeki çöreği, teslim olmaya hazır bir suçlunun, elindeki silahı korku ve pişmanlık ile usulca bıraktığı gibi tabağa geri koydu.

Kadının üzerine doğru eğildi. Sağ omzunu kavradı. Ne kadar da kuru ve soğuktu. Biraz daha sıksa elinde dağılıp kalacak olan, annesinin pek sevdiği galetalar gibi. Galeta yiye yiye süper kahramanlar ailesine ‘Galeta Kadın’ olarak katılmış olabilir miydi? Annesinin yüzünü hatırlamaya çalıştı. Eskiden etrafına neşe saçan, sağlıklı, mutlu kadın, günden güne erimiş iyice kötüleşmişti. Nadir, annesinin bu son halinin gerçek kişiliği olduğunu çabucak kavramış, önceki hallerinin, o neşenin, mutluluğunun doruk noktasına vardığında, birden yüzünde oluşan kederin ve durgunluğun tuhaflığını şimdi çözmüştü. Ne kadar mutsuz görünse de, bu halinin annesine daha çok yakıştığını düşünüyor, onu böyle daha çok seviyordu. Bu suskun, kederli ve zayıf kadın, kendisine, etrafına, evindeki mobilyalara baktığında artık daha çok şey görüyor ve gelecekte başlarına neler geleceğini kestirebiliyor gibi bakıyordu. Şu anda yerde yatarken bile annesinin kendini görebildiğini düşündü. Çöreği yediği için daha da utandı. Odada o an biri olsaydı durumu açıklamak adına, ‘annesi olmadığından emin olma halini’ güçlendirmesi için çöreği yediğini söyleyemez, bu aklına gelmezdi ama bunu bildiğini bilmeyerek, kendince haklı olduğunu sadece sessizce duruşuyla gösterebilirdi. Şimdi onu çevirecek ve annesi olmadığı için kendini çok daha iyi hissedecekti.

15 Nisan 2017 Cumartesi

SIX FEET UNDER

''Köstebek maması çıkmış'' dedi, fısıldayarak kör ihtiyarın kulağına. ''Ama kim bir köstebek beslemek ister ki?''
   ''Ben!'' diye atıldı ihtiyar kör adam. ''Körün halinden kör anlar'' Bastonundan destek alıp doğruldu, ağır adımlarla yürümeye koyuldu. Şanslı bir köstebek peşi sıra seğirtti, ihtiyar kör adamın ardından.

   Muammer bu epik teatral giriş ile güne başlamasına sevindi. ''Sırada ne var Cenk?'' diye seslendi, yüzü gökyüzüne dönük olduğu halde.



Irmağa eğilir adam. Başını akan suya sokar. Çıkardığında başka biri olmuştur. Yeni bir yüz, yeni bir kimlik.
   Tanık koruma programına alınan kişi estetik ameliyatı esnasında bu rüyayı görür. Ameliyat hala sürmektedir. Rüya da öyle: Adam akan suda kendini görmek ister ve dehşete kapılır. Bu yüz ihbar ettiği, yakalattığı, aslında masum olan adamın yüzüdür. Tekrar kafasını suya sokar. Su birden kızıllaşır, kana dönüşür. Başını bir türlü çıkaramaz, çırpınmaktadır kabusunda. Ameliyatında da kan basıncı hızla düşmektedir. Ele verdiği adam aynı dakikalarda zehirli iğneyle ölüm yolculuğuna çıkmıştır. Adamımız masada kalır.




''Uzak'' filmi baştan aşağı insanın gelgitleriyle, kaybettikleriyle, metaforlarla doludur.. Örneğin adamımız evinde misafiri yanındayken belki yüzlerce kez seyrettiği ''Stalker''ı seyretmektedir. O meşhur raylardaki 5 dakika süren vagon sekansını.. Amacı köyden gelmiş yakınının sıkılıp odasına gitmesi, kendini yalnız bırakmasıdır. ve bu gerçekleşir de.. eleman odasına gittiğinde, ardından bakar ve videoya bir erotik film koyar... Burada kendimizden de birşeyler buluruz.. Yapmak istediklerimizle yaptıklarımız acı bir şekilde çarpışır ve ekşimsi bir tat bırakır dimağlarda..
Bir örnek daha.. yolculuk esnasında çok güzel bir manzara görür ve güneş o an mükemmel ışık vermektedir.. Bir resim çekmek için durur ve üşenir ekipmanı yerleştirmeye.. ''boşver, gidelim'' der.. bu da derin anlamlar içeren bir sahnedir.. o resmi çekseydi ortaya mükemmel bir şey çıkabilirdi belki de.. ama hayatının özeti gibidir bütün davranışları da... İçki masasında arkadaşları şaka yollu bunu yüzüne vurduklarında, bahsi kapatıp ''karı'' mevzusuna geçmek ister... Köylüsünden duyduğu rahatsızlığın sebeplerinden biri de budur. O'na normal davranış kalıplarını bilmeden empoze edip durması adamımızı rahatsız etmekte, girmiş olduğu görünmez kabın içinde duvarlarının yıkılmasından korkmaktadır...
Geçmişinde yaptığı bencillikler/hatalar ruhunu kanatıp durmakta, dingin görüntüsünün ardında derin acılar çekmektedir.. Yakınlarını hem seven hem de nefret eden bir ruh karmaşasını, sırıtmadan yansıtabilmek yönetmenin ve oyuncunun ustalığını gösterir. Köyünden gelen elemanımıza geçersek, kendinin bu yeni bölgede yabancı olmadığını hissettirmek isterken özellikle kızlara, acemice hareketler yapması başkalarının onun farkında olmamalarının farkında olmamasıyla gülünç/trajikomik bir hal alır. Büyük şehire gelmek hayata yeni başlamak gibidir ve onun yaşayacağı acemilikleri kaldıracak kimse yoktur etrafında.




Kaldırım taşlarını dişiyle sökmeye çalışan bir adamı alaycı bakışlarla seyreden diş hekimlerinden birinin, arkadan yaklaşarak sessizce gırtlağını kesiyor, kaldırımdaki delinin akıllı arkadaşlarından biri. Alaycılık yerini Vegas'ta korku ve dehşete bırakıyor. Beyaz önlüklüler önlüklerinin hakkını veremiyor bir süre. Hırıltılar arasında evrensel yolculuğa beş kala pamuk tıkıyorlar kesik gırtlağa. Kaldırımdaki deli şimdi alaycı bakışların yeni sahibi. Bu tür terörsel uygulamalar töresel anlamlar da taşımıyor değil antikahramanlarımız için. Kaçma vakti, yeni kaldırım taşlarını dişlemek adına. 






Düğünümde edilgendim, cebimdeki leblebileri yemekle ve beyazlıklarını düşünmekle meşguldum. Herşey birileri tarafından ayarlanmıştı; bana düşen bu tuhaf ritüeli uygulamaktan ibaretti. Ama arkadaşın düğününde gördüm ki; özel şarkılar hazırlanmış, özenli ve nezih ortamlar oluşturulmuş, samimiye yakın hoş gülücükler atılmakta. Aklıma yediğim leblebiler geldi. Ceket cebimin derinliklerinde, karanlıkta bir başlarına durmakta olan zavallı beyaz leblebiler, tıpkı benim gibi.

****************************************

Oysa daha yeni başlamıştık. Kaynayan kazanların başındaki uyuşturucu taciri keyifle kokluyor kazanları. Gergili bir adım atıp daha derinlerini koklama sevdasında kazanın. Kel arkadaşının maymununun az önce yediği muzun kabuğunu göremiyor haliyle. Gerginleşmek isteyen sağ ayak biraz daha açıldığında kabuğa basıp kayıyor. Antikahramanımız kendini kazanın içinde buluyor. Yeni bir tat, yeni bir renk veriyor bu güzel eylem, uçmakta olan kalabalığın dimağına.

*****************************************

Ağır atlar zamanı. Kurşun gibi ağır atlar fili alır. Sucukçu vezir bu anı kollamaktadır. Bekletmeden alır ağır siyah atı ve keser sur dibinde. Ağır siyah atın ağır kokulu kanı sıvar sur duvarlarını. Tuhaf bir coşku yayılır bütün bünyelere, şölen ateşi yakılır. Kör bıçaklı kasaplar gözleri bağlı olduğu halde, birbirlerini yaralamaya çalışır kahkahalar eşliğinde. Deliliğin sınırlarını aştın mı tadından yenmez olur hayat. Tadından yenmez.

,



Bu son dostum. Artık eve dönme vakti, Cennete. Babamızın kovulduğu yere. Bizi kapıda boyunlarında çiçeklerle yerli kızlar karşılayacak. Vurduğumuz adamların kızları. Her birimizin boynuna çiçekler takacaklar. Ve biz yanlış kapıda olduğumuzu anladığımızda, boyunlarımızdakinin dikenli tel olduğunu da anlayacağız.



Bir M-16'nın gölgesinde uyukluyorum.................. Güneş gözümü alıyor. Vurduğum bir arap mı yoksa dört ayaklı bir hayvan mı seçemiyorum. Üstlerim bunun pek de önemli olmadığını söylemişlerdi aylar önce buraya geldiğimizde. Kızgın çölün ortasında uzun lacivert bir asfalt düşlüyorum, ortasında seraptan işveli kızlar görebileceğim. Benim düşüm de bu şimdilik, kurumaya yüz tutmuş beyin sıvımdan kalanlarla ancak bu kadarını isteyebiliyorum. Vurduğum şeyin yanına kadar yürüyorum. Ama, ama... vurduğum güzel beyaz bir kızmış. Serap olduğunu düşünüp gözlerimi kapatıyorum.

**************************************

Dünden kalanlarla karnımı doyuruyorum. Günden kalanlar şeffaf bir poşetin içinde yarını bekliyor. Bugünden dünü yaşıyorum, dün benim için hiç bitmiyor. Bu yüzden gelecek planları yapamıyorum. Son cümlelerimin etkisi bastırsın istemem üstteki cümlelerimin etkisini. Bu yüzden diyorum, sürmeli dünden kalanların etkisi.




Bir tavşan öldürdüm, kızıl bir tavşan. Son nefesini verirken yetiştim, eğildim dudaklarına fısıltısını dinledim: ''Tam da komünizmi getirmek üzereydim...''



Yaban Çilekleri (1957) – Ingmar BERGMAN
‘’Sgibritt’in oğlunun doğduğu zamanı hatırlıyorum. Yazlık evde leylakların altında küçük sepetinde yatardı. Artık elli yaşında olacak.’’
Jenerikte ******-girl yazıyor. Emeğe saygı. Rüya sahnesi: Akrep ve yelkovanı olmayan saatler, buraya ait olmadığını hissettiren, yabancılaştıran planlar, görselliğin gücü. Bu tür filmlerde ‘spoiler’ uyarısı yapmanın anlamı yok. Çünkü her sahnesi çok güçlü, tek başlarına bir öykü. Cennet bahçesinde gezinmek gibi. İronik olansa, bu tadı aldığımız sahnelerin oldukça karanlık, kasvetli ve umutsuz anlar barındırması. Tabut taşıyan, sürücüsü olmayan bir at arabası. Sokak lambasına bir tekerinin takılıp kırılmasıyla, tabutun ihtiyarın önüne düşmesi. Henüz 7. dakikadayız. Tabuttaki kim dersiniz? Siyah-beyaz filmin, güneşli bir yaz gününün ışığıyla ışıl ışıl parlaması –mecaz-.
İhtiyar bir ağacın dibine oturur ve yaban çileklerini görür. Çocukluğunun geçtiği, şimdi terk edilmiş bu yerde, yaban çilekleri vasıtasıyla geçmişe döner. O yaşlılık anındaki yalnızlığı, tatlı ve lezzetli çilekleri tadarmışçasına bir bahar tazeliğine bürünür. Karakterlerimizin bütün şekillenmişiliğinin yeni yeni yeşermeye başladığı o çocukluğumuza dönebilsek; tıpkı şu yaban çilekleri gibi. Onlar hiç değişmez değil mi? Biz niye değişiriz? Aklımız olduğu için mi? Aklımızın olması iyi bir şey midir? Neye göre iyi bir şeydir?
Bir kır evinde, zamanın genişlediği bu yerde, bütün aile bireyleri bir taraftan kendi hayatlarını, bir taraftan da toplanmalarından oluşan, o tuhaf, neşeli, geçici ve basit ortak hayatı duyumsarlar. O anlarda yaşadığımızı daha derinden hissederiz. Ama hissimizin doğruluğu konusunda hiçbir kıstas yoktur elimizde. Sanki o anlardaki birliktelik bize sahte bir ‘güçlü olma’ duygusu yaşatır. Oysa insan yalnızlığı koyulaştıkça sertleşir. Kaskatı kesilmiş ruh, ölümüyle beraber kaskatı olmuş bedeniyle bütünleşerek tamamına erer. Seçim bize kalmış. Öyle veya böyle, görünürde pek bir şey değişmez. Kafanızdaki sorular dallanıp budandıkça, bir bakmışsınız cevaplara da daha kolay ulaşır olmuşsunuz bu dallar sayesinde.
Kır evinde, dışa açık oldukları sürece tatlı bir coşku, telaş süre gider. Bahçelerindeki ve çitlerin ardındaki yaban çileklerinin varlığı da, düşünmeseler bile bu ortak coşkuyu içten içe körükler. Ta ki herkes evlerine dönüp, havalar soğuduğunda, oralarda kimse kalmadığında, ömrün baharı geçtiğinde, o kır evindeki neşeden arta kalan, içten içe yuvalanan bir şey, bitmiş bir şeyin, çürümüşlüğün kokusundan hayat bulan ölüm yaklaşmaya başlar.
Defalarca seyredilip farklı tatlar alınabilecek bir baş yapıt.




— Dolabın altına düşürdüğü kalemini eğilip almak isterken iç kanama geçirmiş efendim.
 — Parası var mıymış?
 — Bilmiyoruz efendim, adam kendinde değil.
 — Ceplerini karıştırın, kredi kartı, cüzdanı falan.
 — Cüzdanı yok efendim. Kim olduğunu bilmiyoruz.
 — Ee, kalem düşürmüş, eğilirken şey etmiş diyordun ya?
 — O bilgiyi de O’nu buraya bırakıp, birden ortalıktan kaybolan adamdan aldık efendim.
 — O da kimdi ki, kaçıp gitmiş hemen?
 — Saçlı, sakallı iri bir şey. Şu Tolstoy denen adama benzediğini söyledi, doktorlardan biri.
 — Adamın paltosunun cebinde bazı kirli kâğıt parçaları bulduk efendim. ‘Bütün Rus Edebiyatının çıkacağı yer burası, Gogol'un bu palto cebidir’ gibisinden bir şeyler yazıyormuş. Şu Rus hemşire söyledi.

 — Ne diyosun!








23 Mart 2017 Perşembe

LAZARUS'UN DRAMI

Postmodern aynalı gökdelenler yapmak adına, çoktan boşaltılıp biz sefillere yuva olmuş yıkık, tarihi binaları yıkmaya karar verdiklerinde evimden kaçışımın 3. yılını kutluyorduk arkadaşlarla. Mumlara üflüyordum ki 2 de  kremaya bulaşmış böcek çıkmıştı pastanın içinden, pastadan çıkan dansöz tadında bir şirinlik olmuştu. Soğuk, nemli ve yosun tutmuş duvarlarına dayanıp sigaramızı tüttürdüğümüz, hayallerimizi paylaştığımız o kış gecelerinden birinde, belden aşağısı olmayan artık işsiz 2 haber spikeri gözüktü kapısız odamızın kenarında. Eştiler, Falcon Medya Center onları ve daha yüzlercesini kapının önüne koymuştu.
   ''Biz aslında'' dediler, ''hepimiz yarım bedenli insanlardık, ucuza gelsin diye içimizden iyi görünümlü ve diksiyonu iyi olanları seçerler spiker yaparlar.'' Ağlıyorlardı, evden kaçmazdan evvel yüzlerce haberleri ağızlarından dinlediğim bu çift (Zafer Vişne - Melahat Vişne) bana o zamanlardan beri biraz hüzünlü gelen halleri vardı. Son olaylardan sonra dayanamamışlar patrona celallenmişler, son okudukları haberin arasına da kendi talihsiz durumlarını katarak süper final yapmışlardı.
   Melahat ablam aç gözüküyordu. Ağırdan yudumladığım ısınmış kırmızı şarabımı uzattım. Elleri titreyerek uzandı, günlerdir açtılar. Pastamın yarısını ikisi yedi. ''Yeme-içme ve ısınma ihtiyaçları karşılandığına göre kültürel açlığınızı da bastırmalısınız'' dedim, J.L.Borges'in 'Kum Kitabı'nı uzattım canım ablama. İki damla yaş süzüldü gözlerinden inceden, bize belli etmeden. Zafer ebim gözlerimin taa derinlerine sıcacık baktı, ellerimi sıktı. ''Slayer var, 90 öncesi öz Metallica var, Exodus, Candlemass, Amorphis, Anathema var, olmadı Moby, R.E.M, Depeche Mode, Radiohead, Doors var. Ne dinlersin abi'' dedim usulca, kırık kalbininin acısını unutması adına. ''Koy bir Amorphis, kendimize gelelim'' dedi, dünyalar benim oldu.

   Sabah biz işe çıkmak için erkenden kalktığımızda, iki yarım beden tek beden olmuş mışıl mışıl uyuyorlardı. Kıyamadık uyandırmaya. Sessizce hazırladık kahvaltılarını çıktık. (devam...)



Günümüz yorucu geçmişti. Açıkçası hasılat iyiydi bu yoruculuğa karşılık. Ferda Anıl sakat numarasını güzel yedirmişti. Ali Atıf kendini lüks bir otomobilin önüne usulca atarken içerde bir fıstığın olmasından yanaydı. Mehmet Ali abonman vs. satışından mutlu görünüyordu.
      Yıkık, soğuk binamıza yaklaştığımızda bakmamız gereken iki can daha olduğunu anımsayıp fısıldadım arkadaşlara: ''Masaya 2 tabak daha koy, Elizabeth.'' Gülüştük ve bir kez daha anladık ki hayat hala bizim için ilginç sürprizler barındırıyor olabilirdi.
     Odamıza neşeyle girdiğimizde karşılaştığımız manzara iyi değildi. Zafer abim ve Melahat ablam birbirlerine sımsıkı sarılmışlar ağlıyorlardı. Yaklaşarak acıyla sordum: ''Yoksa biz yokken..?''
     ''Evet,'' dedi Zafer abim, ''bir grup serseri gelip bizi kollarımızdan tutup aşağı sarkıttılar...'' Merakla cümlesini tamamlamasını bekliyor, acımayla karışık bir nefret duygusunun içimde usulca filizlendiğini hissediyordum bu iki yeni misafirimize karşı. ''Ve zorla Fenerbahçe Marşını okuttular.''
     Gülmemek için kendimizi zor tutuyorduk. ''Biz ki,'' dedi Zafer, ''koyu bir cimbomluyuz.'' Sinirlenmiştim. ''Bu gün başka bir gün ve biz bugün başka birileriyiz!'' diye öfkeyle fısıldadım biraz bu çirkin çifte, biraz da arkadaşlarıma bakarak.
    Çirkin bir kahkaha attı Ferda Anıl ve canım Melahat ablamı kucaklayarak, odanın içinde dönmeye başladı. Zafer abim cançekişiyormuşçasına titredi bir ve atıldı ortaya doğru. Ferda Anıl ustaca bir hamleyle Melahat ablamı, canımın içini Ali Atıf'a doğru attı. Zafer abi çabasının sonuçsuz kalacağını bile bile kendini parçalıyor, çok sevdiği eşini bırakmamız için yalvarıyordu. ''Bir şeyi beceremeyeceğini bile bile bu acı verici çabayı güdüleyen kaynağa gıpta edip haykırdım: ''Bunun adı Otomatik Portakal, bildin mi Zaferim? Seyrettin mi Zaferim? Kubrick amcana bir selam çaktın mı Zaferim?''
    İkisini de iyice bir hırpaladıktan sonra saflığını betimleyen bir ses tonuyla kahkahayı basarken açığa verdi olayımızı Mehmet Ali: ''1 Nisan şakası yaptık size abi''
    İkisi de yorgunluk ve beklenmedik acıdan kendilerinden geçmişlerdi. Bizi bir süre daha duyamazlardı. Uzun bir şiir dinletisine hazırlanmak için köşelerimize çekilip tefekküre daldık.  (devam...)




11 gibi uyandık. Gördüklerimize de inanamadık. Zafer abim ve Melahat ablam saatler önce kalkmışlar, bu izbe yeri bir güzel temizlemişler, bir de mükellef bir kahvaltı hazırlamamışlar mı? Hazırlamışlar.

   Gözlerimiz yaşarmıştı. ‘’Ama biz size akşam çok kötü davrandık’’ deyiverdi Ferda Anıl, utancından yere bakabilirken sadece. Zafer abim gülümsedi. ‘’Kubrick’i biliriz, A Clockwork Orange’ı da biliriz biz; bizim bilmediğimiz 5 vakit namaz Muammercim.’’
   Böylece ismimi de açık etmiş oldu Zafer abim. Mükemmel bir lunch tadında geçti yemeğimiz. Espriler havada uçuştu. Bir yanımızda çay, bir yanımızda kristal bardaklarda portakal suyu. ‘’Bıçak sol ile, çatal sağ gençler’’ Melahat ablam bu nefis esprisi ile Pazar günümüzü daha bir şenlendirdi.
   Yemeklerimizin üstüne bir keyif çayı, bir de kalitelisinden sigaralarımızı yaktık. Güneşin cömertçe ısıttığı şehrin kalabalığına karışmak için can atmaya başladık. ‘’Çiftliğe gidelim’’ dedim gülerek, ‘’at binmeye, şişe sosisi takıp ateşte kızartırken, memleket meselelerini, işçilere ödediğimiz yüksek maaşların nasıl belimizi büktüğünü, şu sosisi bile ağız tadıyla yiyemediğimizi konuşalım.’’
   Ben ve Mehmet Ali Melahat ablamın kollarından, Ferda Anıl ve Ali Atıf da Zafer ağabeymin kollarından tutmuş bir şekilde yola koyulduk. Arada bir onları havada çeviriyor, bu mutluluğumuz hiç bozulmasın istiyorduk ki, bir süpermarket çıktı karşımıza. Çok tedirgin olmuştuk. Burası onların kaleleri, en mutlu oldukları yerlerden biriydi. ‘’Girelim’’ dedim, ‘’korkularımızın üstüne gitmeliyiz.’’
İçeri girdik. Kasaların oraya kadar hafif titreyerek yürüdük. Sepeti tıka basa doldurmuş bir çirkin çift ve tombul oğulları iştahla aldıklarını boşaltıyorlar, kasiyer kızı süzüyorlardı. O  an da küçük yumurcak çekiştiriverdi annesini: ‘’Anne beni ne kadar seviyorsunuz?’’ ‘’Değerin kadar oğlum.’’ Soru kadını hiç şaşırtmamıştı. Atıldı tekrar yumurcak: ‘’Peki benim değerim nedir?’’ Şahin bakışlı baba bir çırpıda çocuğun pantolonunu ve donunu indiriverip, kıçını bezgin kasiyer kıza doğru çevirdi.
   O an gördüğümüze inanamadık. Yumurcağın kıç çatalının üstünde bir barkod vardı. Ve kasiyer kız barkodu okuyunca tıka basa dolu sepetin fiyatının altında bir rakam çıkıverdi. Yumurcak ‘’yaşasın!’’ diye haykırdı. Belli ki değerini önemsemişti.
   Koşarak kaçtık, korkumuzu bu şekilde yenmemize imkan yoktu. Zafer abim bizden biri olduğunu ispatlayan sözleriyle olayımızı tamamladı: ‘’Alem döt olmuş.’’
   Parka doğru korkumuzu atmış şekilde yürürken, Melahat ablam müjdeli haberi verdi: ‘’Biz de çalışmak istiyoruz çocuklar, size bu şekilde yük olamayız. Bizi sabahları işlek bir yerlere bırakın akşam hasılat ile beraber alın. Ama bizi birbirimizden uzak yerlere bırakın ki hasılat artsın. İkisinin de gözleri dolmuştu. Şimdiye kadar hemen hemen hiç ayrılmamışlardı. Biz de duygulandık. Bunun adı aşk idi.
  
                                                              S  O  N





   Rüzgarın titrettiği bir çam ağacının dalları arasından bir ana okulunun belli belirsiz adını okumaya çalıştı. 5 yaşlarında bir çocuk ana okulunun yola bakan kapalı pencerelerinden birinin perdesini aralamış dışarıyı seyrediyordu. Çocuğun yüzünde kendisininkine benzer bir mutsuzluk ifadesi gördü. Belki annesini özlüyor, gelmesini bekliyordu. Kendisi de onun yanında olup, aynı onun gibi elleri çenesindeyken annesini beklemeyi ve özlemeyi düşledi. Onun kadar saf ve günahsız olmayı istedi. Ama bunun imkansız olduğunu bilmek ve değiştirilemeyecek gerçekler, ruhundaki kötü tarafı ortaya çıkartıp yüreğini bir kez daha kararttı. Aynı pencereden bu küçük çocuğun cinayetleri üstlenip kendini temize çıkarmasını zevkle seyrederken, annesi içerdeki odalardan birinden elinde bir tabak sıcak ay çöreği ve sütle geliyor, başını şefkatle okşuyordu.
    Küçük çocukla göz göze geldiğinde, gerçekleri değiştirmeye gücü yetmeyen bir mavi sigara dumanı gibi dağıldı aklından geçenler.  Aklından geçenleri sezmişçesine bakan çocuktan utandı. Bir kadının küçük çocuğu koltuk altlarından tutup kaldırmasıyla, bacakları olmadığını görünce utancı daha da arttı.



Pink Floyd'da Syd Barrett etkileri

1975 yılında Pink Floyd, Wish You Were Here albümünü kaydederken Shine On You Crazy Diamond (ki baş harfleri SYD olmaktadır) ve Wish You Were Here şarkılarını Syd Barrett için bestelemişlerdir. Shine On..'un kayıtlarında Syd, kaşları dahil vücudundaki bütün kılları kesmiş ve kilo almış bir halde stüdyoya gelip gitar kayıtlarını ne zaman yapacağını sormuştur. Onu gören grup üyeleri ise ağlamışlardır. David Gilmour o kişinin hala Syd olduğuna inanmak istemese de Roger Waters onun Syd olduğundan emindir. Ona yazdıkları Wish You Were Here'i ona çaldıklarında ise Syd Barrett şarkıyı çok eski moda bulmuştur. Oradan ayrılan Syd Barrett ile grup üyeleri bir daha hiç buluşmamışlardır. Grup ayrıca Dark Side Of The Moon albümündeki deliliği anlatan Brain Damage şarkısını Syd'den esinlenerek yazmış ve Roger Waters, 1982 tarihli Pink Floyd: The Wall filminin baş kahramı Pink'i yaratırken eski arkadaşı Syd'i düşünerek yaratmıştır.





‘Kafadan sakat olma halim’ şimdiki zaman, -yorum, -yorsun, -yor takılı, takıntılı bir halde, KBB’cıya görünmek için numara aldım sağlık ocağından. ‘’Öyle bir bölümümüz yok’’ dedi, usta işi hemşire. ‘’Hem bana kalırsa önce akıl sağlığınızı kontrol ettirmelisiniz’’. Titreyen kolumu umursamadan sallayıp cevapladım: ‘’Tamamen haklısın’’. Numaramı havaya attım. Benden sonra gelen onlarca ihtiyar kapmak için yükseldi. Sanırsın NBA finalinde başlama atışına çıkan pivotlar. Çıkarken dikkatimi çekti: Sağlık ocağının uzun koridoru boyunca çivi yazılarıyla bir şeyler yazıyordu. Öyle değilmiş. Buraya şifa bulmaya gelen ihtiyarların her biri burada ölürse, onun adına bir uzun çentik atılırmış duvara. Törenler eşliğinde helvası yenir, elbiseleri, cüzdanı, bedeni vs. yağmalanırmış peşi sıra. Bu yüzden dış kapının etrafında uğursuz ölü seviciler beklermiş.




Kasap acıdı kuzuya. Oysa kesikti kafası ve yenmeye hazırdı.
‘’Bunu yapanı bulup kellesini almalıyım’’ diye düşündü.



Tufan anısı yatışır yatışmaz, Bir tavşan, evliya otları, kıpır kıpır
çan çiçekleri içinde durdu, gökkuşağına yakardı örümceğin ağları
arasından.



Dükkanını çırağa ve kedilerine emanet edip yola çıktı.
Bunu yapanı bulacak ve burnundan getirecekti.



O güzelim taşlar, saklanan - bakıp duran çiçekleri daha
şimdiden. Pis ana sokakta kasap tezgâhları kuruldu; bakır
oymaları gibi yukarıya kat kat yığılmış denize çektiler kayıkları.



Buldu da adamı, burun deliklerini genişletmekle meşguldü.
‘‘Seni bekliyordum’’ diye fısıldadı, tuhaf bir umursamazlıkla
ve ekledi: ‘‘Ama hikayemi dinle bir.’’



Kan aktı. Mavi Sakal'ın orda, - Tanrının mührüyle camları
sararttığı cambazhanelerde, mezbahalarda, Süt ve kan aktılar.
Kunduzlar yuva kurdu hep. "Fincanlar" tüttü kahvehanelerde.
Daha suları damlayan büyük cam evde eşsiz görüntülere baktı
yaslı çocuklar.



‘‘Bu kuzular aslında vahşi insandılar bir zamanlar ve bir
 peygamberi katlettiler. Pişmanlıkları yüreklerini pamuk gibi etti.
Katlettikleri kişinin de aslında bir hain ve katil olduğunu bilmeden
hem de. Kuzulara dönüştü her biri…’’



Bir kapı çarptı; köy alanında çocuk savurdu kollarını şakır şakır
sağanak altında, - fırıldaklar ve çan kuleleri tepesinde bütün yel
horozları oyunu anladılar. Bayan Alpler’e bir piyano yerleştirdi.
Ayin ve ilk "bağlaşım"lar yüz binlerce sunağında kutlandı katedral'in.



‘‘…Ve öğrendiler katlettiklerinin aslında peygamber olmadığını;
yapılması gerekeni yaptıklarını. Tövbelerini bozdular ama kuzu
olarak kaldılar. Her biri, gırtlağı kesildiği an acılarının da sona
ereceğini bildi ve bunu diledi. Ben bu dilekleri yerine getiririm.’’



Kervanlar yola düzüldü. Allak bullak olmuş kutup gecesiyle buzlar
içinde kuruldu Splandid- Otel. O günden beri, keki çöllerinde cıvıldaşan
çakalları işitti ay - ve tahta kunduralı çoban şiirlerini, meyve bahçelerinde
gıcırdayan. Sonra tomurcuklanmış mor ulu ormanda Eucharis baharın
geldiğini söyledi bana.



Kasap kapandı dizlerine adamın ve büyük bir tövbeye girişti.
Tövbenin derinliği ve uzunluğu bedenini titretti. Dayanamaz oldu
ve hızla dönüştü kuzuya. Adam onu hiç kesmedi uzun zaman boyunca.



Fışkır ey göl; köpük, köprülerden ak, ormanlar üzerinden aş; -karaçuhalar,
erganunlar, şimşekler, gök gürültüleri, yükselin, yürüyün; -sular ve hüzünler,
yükselin, getirin tufanları yeniden. Çünkü onlar dağılan bir can sıkıntısı ki…
-Ah güzelim taşlar, gömülen; o açılmış çiçekler! - Ve Ece, gömleği içinde
 korları ateşleyen Büyücü Kadın bildiğini hiçbir zaman anlatmak istemeyecek
bize.



(yeşiller A.Rimbaud’nun ‘Tufandan Sonra’ şiirinden.)





Toz kalktı önce, gökyüzüne inerken iki melek. Peşi sıra yağmur tozu çamura çevirdi. İki ıslak melek hayat tozu serptiler çamurun üstüne. Şekillendi çamur kendi kendine. Darwin uzaktan bakıyordu bu olağanüstü sahneye. Ovuşturdu gözlerini. Bir daha baktı. Bir daha, bir daha, bir daha. Baktıkça, hafzalası peryodik olarak deforme olmaktaydı. Secde etti ve uyudu öylece. Uyandığında hiçbir şey hatırlamıyordu. Çamurdan ete dönüşen insan okşadı kafasını Darwin’in. Öptü ellerini insanın, Darwin. Ve eserini yazmaya koyuldu. Az önce olanları tamamen unutmuş bir halde. Hepimizin bir şeyleri unuttuğu, bir şeyleri bozduğu, bir şeyleri feda ettiği, insanı/insanlığı tuhaf bir şekilde yeniden kurguladığı gibi.





Teorema (1968) Yön: P.P.Pasolini
Birdenbire ev halkının hayatlarına girer. Nereden geldiği önemli değildir. Annenin, babanın, oğlun, kızın ve hizmetçinin hayatlarını değiştirir ve gider. Gidişi anlamı tamamlar. Dönmesi yersizdir artık. Dönmeye teşebbüs etmek, ev halkı üzerinde bıraktığı etkiyi sıfırlamak anlamına gelir. Bir yapı bozucu olarak, elle tutulur gerçeğin dünyasında yeniden belirme ve eve geri dönme ihtimali onu ‘düşman’ yapar ev halkının gözünde. Hiç dönmeyecek olmasına rağmen hem de. Gerçekleşmemiş olanın, potansiyel olarak tehdit unsuru olması, ‘gidenin’ yapı bozucu olma eylemini elle tutulur dünyaya, gerçeğe taşır. Kader, ‘evrenin programını’ canlı bir varlıkmışçasına ölümüne korur.


  ''Kültürel bir çöl yaratılmışsa, orada her şeyi satabilirsiniz; çünkü çölde her şey mucize etkisi yapar.'' P.P.Pasolini
 

Delinin biri, elinde ustura matbaaya dalar. O an basılmakta olan kitabın, basılmakta olan sayfalarında kendinden bahsedilmektedir. Baskıyı okuyan bir işçiye arkadan sessizce yaklaşır ve gırtlağını keser. İşçi tam da başına gelecekleri okumaktadır o an. Gırtlağı kesildiği an, ‘’…deli arkadan yaklaşır ve işçinin gırtlağını keser…’’ cümlesini okumaktadır. Ve o an ölüm acısını bastırır, baskıda yazanla ilgili merakı. Gırtlağından fışkıran kan kıpkızıl etmiştir baskıyı, okunmamaktadır. Eliyle gırtlağına basıp yan baskıya yürür zorlukla. Kaderini öğrenme dürtüsü ayakta tutar kendini. ‘’…arkasına döner ve deliyle göz göze gelir…’’ kısmını okuyunca arkaya dönüp dönmemekte tereddüt eder. Sonraki satırlarda ‘tereddüt eder’ kısmı yazdığını düşünür. ‘Birazdan yere yığılır ve ölür’ tarzı bir şeyler de peşi sıra gelecektir kendince. Okumayı bırakır ve kaderine isyan eder. Delinin elinden usturayı kapar ve sıkı bir hamleyle delinin ömrünü sonlandırır. Ambulans içeri kadar girmiştir. Kitaptaki son satırlarda ‘’yerde uzun süre can çekişip öldüğü’’ yazmaktadır.





Apocalypse Now  -Redux- (1979)  Yön: F.F. COPPOLA 

‘’Sabahları Napalm kokusuna bayılıyorum.’’
Robert Duvall (Lt. Colonel Bill Kilgore)

Apocalypse Now, yine, yeni, yeniden. Bitmeyen azap. 4 metrekarelik odanda, tavandaki pervaneyi seyrederken yuvanı özlemek. Yuvandayken de buraları, savaşı, öldürmeyi. Kana, kaosa, dumana ve napalma bulanmış bir yeryüzü toprağında, senden olmayanlardan çıkarma, varoluşun derinliklerinden doğan acının histerisini. Anlamsızca bir intikam duygusunun seni de sarıp, seni de tamamen anlamsızlaştırması ve buruşturup bir kenara atması. Atıldığımız bu yerlerin konforu bizi kesmez olur ve özleriz bir kez daha bu zayıf insanların topraklarını ve onları öldürmeyi. Bu duruma asker iken isyan eden bir albayın avlanmasına sıra gelmiştir.

Coppola 150 dakikalık orijinal versiyonuna 50 dakika daha ekleyerek 200 dakikaya çıkarmış ve ‘’adına ‘Redux’ diyeler’’ demiş. Kasasında 5 buçuk saatlik (330 dakika) bir kurgusu daha var. Bakalım o da gün yüzüne çıkacak mı? Bu 50 dakika içinde, orijinal filmde hiç gözükmeyen Fransız kolonisinin uzun bir sekansı mevcut. Ayrıca bazı taşmalardan da bahsedilebilir. Yani eklenmeseydi de film değerinden bir şey yitirmezdi denilebilir.

Uyarlandığı romanın konusu Nijer’de geçerken –o bölgede bütün kaynakları sömüren bir şirkete gönderilen adamımız isyan eder ve kontrolü ele geçirir ve onu durdurmak için de biri gönderilir- Coppola konuyu Vietnam’a uyarlamıştır. Sıkı bir Nietzsche hayranı olan Coppola, filmine bir çok alt metin yedirerek, Nietzsche tarzı kafayı yemiş 4-5 adamı başrole oturtmuştur. Helikopterlerin saldırısı esnasında, Nietzsche’nin yakın arkadaşı Wagner’den ‘Tannhauser’i çaldırması manidardır.

Görünürde bir savaş filmi gibidir. Aynı zaman da bir yol filmidir de. Uğranılan her yer o tuhaf çılgınlıktan nasibini almıştır. Sanki herkes savaşın yaydığı kutsal bir trans halindedir. Emir-komuta zinciri kırılmıştır. Uğranılan bazı yerlerde komutanın kimde olduğu belli değildir. Albayı (M.Brando) yakalamakla görevlendirilen yüzbaşı Willard, (M.Sheen) yol boyunca albayın dosyasını okurken, bazı şeylerin yazıldığı/görüldüğü gibi olmadığının farkına varır.

Filmin Cannes’daki gösterimi öncesi basın mensuplarının karşısına geçen Coppola artık her şeyin değiştiğini Nietzsche’den bazı alıntılar yaparak vurgular. ‘’Bazılarınızın kameralarında film olmadığını görüyorum’’ der. Dijital kameralara yeni yeni geçilmektedir. Dijital devrimin ayak seslerini ilk duyanlardan biri olarak, filminde de bir çok ilki denemiş, çok zorlu ve uzun bir sürede tamamlayarak ustalığını iyice pekiştirmiştir.

Aklı çevreleyen, sınırlayan ve o iç kısma ismini veren yerin dışına taşmak. Bunu isteyerek ve çılgınca bir dürtüyle yapmak. Kısaca sınırları aşmak için –tehlikeli bir yolculuktur bu- birebir bir görsel şölen. Her anının tadını çıkarın derim…


22 Mart 2017 Çarşamba

GELECEK UZUN SÜRER

Bir liseli esmer kız,
Gözleri fıldır fıldır.



Keki hiç sevmem. Ama 3 gündür açtım. Vahşi bir hayvan gibi atıldım, çocuğun elindeki minik kek ambalajına. Yemiş hâlbuki velet, ambalajı elinde oynuyormuş. O sinirle ambalajı mideye indirdim. Çocuğun anası şaşkınlık ve korku ile karışık –sadullah yapışık- bakmaktaydı. Kendimi nasıl affettirebilirdim bilmiyordum. Candlemass’dan ‘At The Gallows And’i mırıldanmaya başladım. ‘’Bu parça size geliyor’’ dedim, ‘’Malatya’daki sevdiklerinizden.’’ Gülümsedi kadın, korkusu geçmişti. ‘’Ben Malatyalı değilim ki’’ dedi. Sesinde derinden gelen bir cilve sezdim. Sezgilerim o kadar güçlüydü ki, varlığımı evrene eklemlendirmeye çalışan dört bir koldan saldıran materyalistlere rahatlıkla karşı koyabiliyordu. ‘’Niğdeliyim ben.’’ Kadının cevabıyla dumanlı düşüncelerden sıyrılıp, yüzümde bütün sevgi pınarı ferahlığıyla kadına baktım. Sıcak bir gülümseme yayıldı, gözlerinden başlayarak bütün vücuduna doğru. ‘’Oğlumu babasız büyüttüm. Bu yüzden içine kapanık biraz amcası.’’ Amcası mı? Hemen bir bahane bulup sıvışmam gerekiyordu. Midem gurulduyordu, jelatin sesiyle karışık –selahattin barışık-








Tabutum kamyonetin arkasında, Kazlıçeşme mezarlığına doğru yol alıyorduk. En alt tabakanın gömüldüğü yerdi. Mezarımı ziyaret etmek isteyen olursa –ki hiç sanmıyorum- çok meşakkatli bir yolculuk onları bekliyor olacaktı. Bu çileli yolculuk belki de bir nevi arınma anlamına geliyor olabilirdi. Şu an gitmekte olan bizler için ve sonraki ziyaretçiler için. Mezar kazıcılar, su dökücüler, şarlatan duacılar, irili ufaklı kemirgen beni bekliyordu. Yeryüzündeki son yolculuğum, en anlamlı ve zengin yolculuk olacaktı. Temmuz sıcağında terleyen canlılar ve kokmakta olan ben, yaşama ve canlılığa özgü o tuhaf heyecandan yoksun ilerliyorduk. Derken şoför önüne aniden fırlayan köpeği göremeyerek eziverdi. Oracıkta ölen köpeği, kamyonetin kasasına yanı başıma atarak yola devam ettiler. Benim gömülme işlemim, dualarım bitince, köpeği de ekstradan yanıma gömüverdiler. Bir köpeğim olmuştu.


Kız sert baktı bir an ve bullak olmuş suratına Muammer'in, çantasından çıkardığı spreyi sıkıverdi. Muammer acıyla çırpındı. Durağın duvarına kafa attı. Kanlar içinde yere serildiğinde bir fıssst daha yedi şer kızın spreyinden. Kendine geldiğinde cüzdanı yoktu. Şer kız cüzdanının yerine vesikalık bir resmini koyup kayıplara karışmış olmalıydı. Karşısına çıkacak ilk barmene bahşiş eşliğinde bu kızı tanıyıp tanımadığını soracaktı.


Altın günü bugün. Bütün poaçaları arayın. İçlerinden birinde bir çeyrek altın var. Şanslı kişi olmayı uman bütün orta-üst yaş kadınlarını balkondan aşağı atın, tanık bırakmayın. Altın günü bugün! Ne mutlu bu günü görene ve o çeyreği bulup bana getirene. Altını bulmadan poaçaları yemeyin, çayları içmeyin.


Uzun, lacivert bir asfalt düşlüyorum. Bir otobüsün koltuğunda uyuklayan 'eski ben'i bana getiriyor düşlediğim yoldan. Yazın son akşamüstleri, bir bozkır tepeye uzanmış, ışıkları yeni yeni yanmaya başlayan derme çatma evleri seyrediyorum. Küçük bir kız çocuğu yemeğini yeni yemiş, elinde bir bardak çay ile bana doğru geliyor. Ağlamaya başlıyorum. Hıçkıra hıçkıra.




''Dışımda koca bir evren, içimde koca bir evren. Aralarında daracık, tahta bir köprü beynim. İki inatçı keçinin tıkadığı diğer köprü beyinlerden farkım; yıpranmış köprümün üstünde bıraktığım çılgın aklım.''



Belediye otobüsünün kalkmasını bekliyoruz. Hava sıcak, yorgun, aç ve kalabalığız. Sanki Gettolara yerleştirilmeyi bekleyen yahudileriz. Birazdan iki nazi askeri gelecek, keyif için birkaçımızı kurşuna dizecekler ve kalanlarımız hayatta kalma savaşı vermeye devam edecek. Otobüse biniyoruz nihayet. Yanımda bir yankesici, bir cüzdan araklamaya çalışmakta. ''Burada daha değerli bir şey var dostum'' diyorum, sırt çantamı göstererek ve ekliyorum: ''seyreltilmiş uranyum.''


Başka birine ait aile fotoğraflarını sahiplenip, bellekten yoksun bırakıldığından duvarları iyice incelip şeffaflaşmış bilinçaltı tüm tehlikelere açık, fotoğrafları kör kızın eline tutuşturdu. Kör kız boş yere kabarıklık arayıp parmaklarıyla fotoğrafları okşadı. ''Hangisi sensin'' diye umutsuzca sordu genç adama. ''Hepsi'' diye karşılık verdi genç adam, sahiplenmenin sahte yakıcılığını içinde hissederken.


Sinirlenmiştim. ''Bu gün başka bir gün ve biz bugün başka birileriyiz!'' diye öfkeyle fısıldadım biraz bu çirkin çifte, biraz da arkadaşlarıma bakarak.
Ağır ağır onlara doğru yürüyüp arkalarından yaklaşarak, birbirlerine, ölmüş köpeğe hakaretler savuran karıkocanın kafalarını yanlarından kavrayıp tokuşturuverdi.




Titreyen elleri alnına dayalı bıçağın ucunu oynatıyor, bu da ona tuhaf bir zevk veriyordu. Gözbebekleri gidecekleri yönü şaşırmışçasına, iki demir bilye gibi oldukları yerde titreşiyor, soluk alıp vermesi hızlanıyordu. Kollarına biraz güç verip bıçağın ucunu alnının ince derisine sokuverdi. Kıpkırmızı bir kan doğası gereği hemencecik o noktada beliriverip, aşağı doğru süzülmeye başladı. Burnunun üstünden inip üst dudağına ulaştı. Yalandı genç adam, isteksiz kanının tadına baktı. Bıçak hala battığı yerde titriyor, aşağı doğru bir çizik atmak için sabırsızlanıyordu. Kollarına verdiği gücü geri çekti. Bıçağın sapına sımsıkıya sarılmış parmakları gevşedi. Bıçak bir kurşun tüy gibi mutfak tezgahının üstüne düşüverdi. İki adım geri attı. Kan kaybediyordu ama bunu umursadığı yoktu. Mutfağın süt beyaz fayanslarına kıpkırmızı kan şıp şıp damlıyor, genç adamın beyninde atom bombaları patlıyordu. Çenesinin altına kadar süzülüp yere damlayan kana bakmak için yüzünü yere eğdiğinde, yerde bir kan gölü oluştuğunu gördü. Kan damlacıkları, yere o şekilde baktıkça; aşağı süzülmeden direk olarak gölete damlayıp, daha korkutucu bir hal aldı. Bir süre öylece bakakalıp alnından damlayan kan damlacıklarının oluşturduğu gölete, devriliverdi olduğu yere. Buzlanmış bellek ılık kanın ortasında çözülüp gevşedi iyice, gözleri kapandı.



Yürürken sırf sana benziyor diye hapşıran bir kıza ‘’çok yaşa’’ dedim.


Minyatürk’ü kana bulamak isteyen 6 cüce terörist etkisiz hale getirilmiş sevgili. Tavuk yakalar gibi yakalamışlar her birini. İçlerinden biri sarışın bombaymış. Saçlarından yakalanmak istenirken kafasındakinin peruk olduğu ortaya çıkmış. Aslında bir canlı bombaymış. Tam kendini patlatacakken tutup denize fırlatmışlar. Havada infilak etmiş sevgili. Yanmış ve düşmüş helikopterler getirdi haberini sevgili; demir kuşlar onlar. Senden bir parça daha aradım kokpitte ama nafile. İşte o an durmakta olan pervaneye kaptırdım iki parmağımı. Ve yıllar sonra bir sağlık ocağında senin ve parmaklarımın peşindeyim. Abesle iştigal etmekteyim.


Palmiyeler… Palmiyeler… Palmiyeler arasında ince bir palmiye köküne takılı kalırdı bakışlarım. Tatil pazarlayan acentenin duvarındaki bu manzaradan bahsediyorum. Bir iguana, bukalemun kırması sürünürdü kadraja girmeyen kısımda. Arkasından ben sürünürdüm. Kadraja girebilmek, duvardan süzülüp konforlu acente koltuklarından birine kurulup bir tatil yeri seçmek isterdim. O güzel manzaranın yapıştırıldığı duvarı yapan duvar ustasının gömülü olduğu kimsesizler mezarlığını bulmam kolay olmadı. O manzaraya bakılıp alınan her tatilde payı olmalıydı. Bir gece yarısı çıkardım mezarından zorlukla. Yaz sıcağının geceye kattığı serin rüzgâr mezarlığın ağaçlarının yapraklarını, bebeğini sallayan ana şefkatiyle sallıyor, o tatlı hışırtı da ninni gibi oluyordu. Her an uyuyabilirdim. Ustayı bir çuvala koyup yıldızları seyretmeye daldım. Ustanın varlığı romantizmi bir parça öldürüyordu ama katlanılır gibiydi. Gündüz 12:15’de, Temmuz sıcağında ustayı sırtlayıp acentenin yolunu tuttum. Hışımla kapıdan girip ustayı manzaranın önüne fırlattım. Yer beğenmeye çalışan iki kızı enselerinden kavrayıp zorla da olsa ustayla tanıştırdım. Sıra dışı bir tatil olacaktı onlar için. İroninin tadını kaçırmıştım.




SSK Samatya’da yatmakta/ölmekte olan halamı ziyaret etmek için trene bindim. Sorumluluk almaktan, akraba, arkadaş ziyaretlerinden hep kaçmıştım. Belki de ölmüştü. Ama istasyondan inip ilk sağ yola saptığımda, epey gittikten sonra çıkmaz sokakta olduğumu anlamıştım ve geri dönmeye üşeniyordum. Dar sokak boyunca dizilmiş eğri büğrü yoksul evlerinden birinin kapısını çaldım. Elinde kemirdiği ekmek, kirli yüzlü, belden aşağısı çıplak 5 yaşlarında bir erkek çocuğu kapıyı açtı. İçerde acıyla kıvranmakta olan yaşlı bir kadın vardı. Halama ne de çok benziyordu. ‘‘Geldin mi oğlum?’’ dedi. İlginç olan hiçbir şey yoktu. Bu tek gözlü odada hayatı katlanılır kılacak bir şey arıyordu gözlerim. İçeri gizlice sokmayı düşündüğüm kanyağı çıkarıp ufaklıktan iki tane bardak istedim. Teyze hafiften doğrulup bana dikkatle baktı. ‘‘Sen Kemalettin değilsin’’ dedi. ‘‘Sen de halam değilsin’’ diye karşılık verdim. Gelen yarı kirli yarı temiz bardakları doldurup, teyzeye seslendim: ‘‘hayata ve coşkuya’’



Kafa 1500 uyandı. Yarı uykulu mutfağa gitti. Her sabah çiğ yumurta içerdi. Yumurtayı tezgâha vurduğunda içinden çıkan beklediği şey değildi. Yumurtadan çıkan, parmak çocuktu. Hemen de adının hakkını verdi. Uykulu adamımızı bir güzel parmakladı. Şimdi tamamen uyanmıştı. Az önce olanların rüya olduğunu düşünüp bir yumurta daha kırdı.




Kıymalı yumurta yerken görüntülenen, ünlü dengeli beslenme uzmanı Ender Saraç, ‘’sadece arkadaşız, yediğim falan yok’’ dedi.



Hastane yemeklerinin hastasıyım. Hastalığımın sebebi, hastane yemeklerinin hastası olmam. İştahla yiyorum, yedikçe bu hastalığım hiç geçmiyor. Üzerimde binlerce tetkik yapılmasına rağmen hastalığımın sebebini bulamadılar. İnşallah bulamazlar. Hastasıyım hastane yemeklerinin.