16 Aralık 2008 Salı

SAKALLI SEVGİLİ


Helikopter pervanesine kaptırdığım işaret parmağımı ve yüzük parmağımı getiremezsem hiç evlenemeyeceğimi ve hiç tahtaya kalkmak için parmak kaldıramayacağımı söyledi doktor. Umursamadım. Sağlık Ocağında 161 numarayı almıştım ve 93 dakika sıranın bana gelmesini beklemiştim. Koca bir hiç için! Odadan çıkıp bir numara daha aldım. Başka bir doktorda şansımı denemek istiyordum. Bekleme salonundaki koltukların hepsi ihtiyarlar tarafından doldurulmuştu. Çoğunun bir sıkıntısı yok gibi görünüyordu. Yaşlandıklarını kabul edemiyorlardı belki de. 298 numarayı almıştım bu sefer ve önümde 73 kişi daha vardı. Doktor sayısı 4’dü. İhtiyarların çoğu ilaç yazdırdığından çok da beklemeyecektim. Ama kayıp parmaklarımı bulmamı söylerse diğer bir doktor da, yapacak bir şeyim olmayacaktı. 300’de numara bitmişti ve hala akın akın ihtiyar yağıyordu sanki gökyüzünden sağlık ocağına. Birini numaramı çalmaya çalışırken yakaladım. Yalvaran gözlerle bana baktı: ‘’Çok, çok uzun yaşamam için bu numaraya ihtiyacım var’’ dedi. Numaramı verdim ve yeni aldığım Apocalypse Now (Redux) DVD’sini de uzattım peşi sıra. DVD ile ilgilenmedi ve ben de dışarı çıktım sevgili. Oysa Redux olduğundan, kurguda çıkarılmış 50 dakikanın da eklendiğini ballandıra ballandıra anlatmama rağmen ikna olmadı. ‘’Ballantines viskiye, baldıran zehiri atıp ballandırsaydın ikna olurdum belki’’ diye içinden geçirmiş olabilir mi sevgili?

Yürürken sırf sana benziyor diye hapşıran bir kıza ‘’çok yaşa’’ dedim. Gülümsedi. ‘’İstersen bir kahve içelim’’ dedi. İşlerin bu kadar çabuk gerçekleşmesi kitabımda yazmıyordu sevgili ve sen vardın. Gözlerimin içine içine bakıp, ‘’O benim’’ dedi. İnanmışım sevgili. Kahve içerken kendime geldim ve sırf sana benziyor diye yanaklarını okşadım. Kahveler bitince kız itiraf etti: ‘’Sırf eski sevdiğime benziyorsun diye buradayım. Ben de bir kaybedenim.’’ Söyledikleri kalbime dokunmuştu sevgili. O sen olabilir miydin? Sen de benim gibi, bana benzeyen birine ihtiyaç duyabilir miydin? O sen miydin sevgili? Daldığımı görünce fısıldadı: ‘’ Eternal Sunshine Off The Spotless Mind’’

Koşarcasına kaçtım oradan sevgili. Senin bir oyuncak ayı olduğunu itiraf edemedim. Yine de kendimle çelişkiye düşmekte çok iyi olduğumdan ve bundan sahte bir gurur da duyduğumdan sevgili, varlığının cinsi hakkında bir an şüpheye düşmedim değil. Ama şu an eminim: Sen bir oyuncak ayısın benim için sevgili. Bulunduğum yerden, koşarak çıktığım pastaneye baktım. Kalktığım masanın üstünde bir oyuncak ayı yatmaktaydı.

Soğuktu ve yağmur çiseliyordu. Kırmızı ışıkta durup gökyüzüne büyük bir karamsarlıkla baktım. Kara-gri gökyüzü ahmakıslatanını da göndermekte gecikmedi sevgili. Şu an burada olsaydın, yanımda benimle ağır adımlarla yağmura aldırmadan yürüseydin, tüylerin yapış yapış olurdu sevgili. Üzerinde sigara söndürdüğüm zamanlar oldu biliyorum ve özür diliyorum. Kırılmış kül tabağının da suça ortak olmasıyla suçluluk duygum biraz olsun azalıyor. Hala kırmızı yanıyordu ve bir araba iyice yanıma yanaştı. Beklediğim kişiydi. Evine gittik. Gizemli çantasını açtığında her kalibreden silah vardı. Uzun namlulu bir 45’lik seçip, ‘Silahlara Veda’dan bir pasaj okudum. Eleman etkilenip fiyatta oldukça aşağı indi. Elinde başka şeylerde vardı ama ilgilenmedim sevgili. Silahı belime takıp bir 2000 uzattım. Keyifle sigaralarımızı tüttürüp çıktık.



Minyatürk’ü kana bulamak isteyen 6 cüce terörist etkisiz hale getirilmiş sevgili. Tavuk yakalar gibi yakalamışlar her birini. İçlerinden biri sarışın bombaymış. Saçlarından yakalanmak istenirken kafasındakinin peruk olduğu ortaya çıkmış. Aslında bir canlı bombaymış. Tam kendini patlatacakken tutup denize fırlatmışlar. Havada infilak etmiş sevgili.

Sıralı ikililer ve üçlülerden sonra sıranın sana gelmesine gücendiğini söylüyor kuşlar. Yağmurda, nehir kıyısına kurulmuş bir sınır karakolunda unuttum seni sevgili. Komutanlar bombalarla moleküllerine ayrıştırıldıklarından, kumanda bendeydi sevgili. Kumandanın bende olması demek tam bir kaos demekti sevgili, bilirsin Proudhon ve Kropotkin hastasıydım bir zamanlar. Yanmış ve düşmüş helikopterler getirdi haberini sevgili; demir kuşlar onlar. Senden bir parça daha aradım kokpitte ama nafile. İşte o an durmakta olan pervaneye kaptırdım iki parmağımı. Ve yıllar sonra bir sağlık ocağında senin ve parmaklarımın peşindeyim. Abesle iştigal etmekteyim.
Beyaz zemci, Cemzi.


DİP NOT: Etin yağını, sinirini ayırdığınız gibi yazının da romantik kısımlarını ayırırsanız tadından yenmez olur. Vejetaryenim ben diyorsanız, komik kısımlarını ayırırsanız taze domates ve marul tadı alırsınız.





************************************************************************************




yazan ve yöneten Fırat Konuşlu (KEzzAP) oynayan Bilal Bay (payitaht) kurgu Bilal Bay Fırat Konuşlu
Şan; kendi intihar görüntülerini internet aracılığıyla yayınlayarak şöhret olmak isteyen bir gencin psikolojisini, “gerçeklik ve kurgu” algıları üzerinden anlatmaya çalışıyor.
Filmin Youtube Linki: http://www.youtube.com/watch?v=vMOgd9Nl7Uw

DEIST


Scattered remains splattered brains

“Cennet'ten atılma, aslında sonsuzluktur: Demem o ki, Cennet'ten atılma geri dönüşsüzdür, yeryüzünde yaşamaktan kaçış yoktur, yine de eylemin sonsuzluğu, sürekli Cennet'te kalabilme umudumuzu yenilemekle yetinmez, aynı anda, belki de oradan hiç ayrılmadığımız anlamını da taşır; bunu bilsek de bilmesek de.” F. Kafka

İç organlarını yokladı. Çimenli yumuşak toprağa düştüğünü anlayamazdı o an. Ayağa kalktı. Kuşlar vardı, sonra güneş, sıcak ve ağaçlar. Tekti. Bir kitabı okurken ki kadar tek ve yalnız ve mutlu.


“Gerçek parçalanamaz ve bu yüzden kendini tanıma olanağından yoksundur; onu tanımak isteyen yalana dönüşmekten gayrsını yapamaz.” F. Kafka

Sürgün. Araç trafiğindeki aksamalardan bunalanların atlamak için sıraya girdikleri korkunç yüksek kayalıklar. Sıraya girdi. Birbirlerinden cesaret alıyorlar ve kolayca kendilerini boşluğa bırakıverebiliyorlardı. Arkasında güzel bir kız devamlı ağlıyordu. “Arabamı yeni almıştım. Çok pahalı ve spor bir arabaydı. Şu an burada olmayı istemezdim.” Kıza sarıldı ve şunları fısıldadı: “ Sözcüklerin karmaşasından kurtuluş yolu: Eyleme geçilerek yok edilecek olanın sımsıkı tutulması gerekir; ufak parçalara bölünen dökülür gider, nedir, yok edilemez.”
“Bu yaşamdan aldığımız mutluluklar, yaşamın kendi mutlulukları değildir, şu andakinden daha iyice bir yaşama ulaşma korkumuzdan.” F.Kafka

02:54’de kayda/kayalığa girdiler. 02 dakika, 54 saniye sürdü düşmeleri. İç organlarını yokladılar. Çimenli yumuşak toprağa düştüklerini anlayamazlardı o an. Ayağa kalktılar. Kuşlar vardı, sonra güneş, sıcak ve ağaçlar. Çifttiler. Bir kitabın iki yüzünü okurken ki kadar çift ve yalnız ve mutlu.

Takım yarı finale yükselince heyecanla pencereye fırlayıp silahını ateşledi. Karşı komşusu tüm olanları görmüş, az önce hükümet yetkililerinin bu konudaki, ''görürseniz ihbar edin'' telkinine uymaya karar vermişti. Heyecanla ona da bir kaç el ateş etti. Geride tanık bırakmamalıydı. İspiyoncu komşu içeri kaçmayı başardı. Silahı olan ise hızla giyinip karşı binaya, komşusuna uğramak için, içinde dayanılmaz bir istek duyuyordu o an.

Arkalardan bir ses ''ayağına bas yenge, ayağına'' diye haykırır. Gelin, damat ve konuklar kederle birbirlerine bakarlar. Bu davetsiz, nikâh şekeri arsızı misafir, gelinin belden aşağısının olmadığını bilmemektedir.

SHOPPING TV 15:17:03
Dangalak (tanıtımcı): Evet, elimizde bu Smith Wesson tabancalardan sadece 7 tane kaldı. Ele çok iyi oturan, insanın birilerini vurasını getiren bir silah. Bakın kafama sıkıyorum.
CEHENNEM 18:43:55
Zebani : Allah’ın salağı. Kendini vurdun, intihardan cehenneme düştün.
Dangalak : Allah’ın salağı mı? Allah’ın kılıcı Ali gibi bir şey mi? Ama ama ben intihar etmedim ki, tanıtım yapıyordum, denerken şey etti.
Zebani : Ney etti? Ürün süpermiş ki buradasın işte.
Dangalak : Ama ama…


Sağlam dostlarımızı kırdığımızı, onlarla uzaklaştığımızı söylüyorsun. Biz içimiz kan ağlaya ağlaya Tanrı ile bile yollarımızı ayırmıştık. Artık bizi paklayacak hiçbir şey olmayacaktı. Bunu bile bile bu kalın, karanlık kitaplara gömüldük. Kendimizden intikam alırken, bunun farkına varamamak, vardığımızı kendimizden saklamak. Bütün birikmiş ümitsizliklerimizi aynı potada tuhaf bir umutla eritip, oradan kendimize tapınacağımız –helva mı?- bir Tanrı uğraşısına girişmemiz ne kadar da aptalcaydı. Ama biz soylu aptallardık.
Kanım parkelerin birleştiği çizgilerden daha içerilere doğru sızıyordu. Yattığım yerden görüyordum. Parkelerden sonra betondan da aşağıya, alt kattaki ihtiyar çiftin huzurla ölümü bekledikleri oturma/ölme odasına, onlar o an oradayken, belki de kafalarına pıt pıt damlayacaktı. Bileklerimi kesmiştim ve belki de kanım, bütün canlılığıyla kalan ömrümü onlara devretme işlevi görecekti. Bunu bilselerdi ya da gerçek olsaydı, tavana gözlerini dikip, ağızlarını alabildiğince açarak, damlayacak her bir damlanın tadına bakacaklardı. Kan emmek ille de vampir olmak anlamına gelmezdi.

‘‘Yazan biri, yalnızca anlaşılmak istemez ama tam da emin olarak anlaşılmamak için yazar. Bir kitabı kimse açık seçik bulmazsa, böyle bir kitaba kesinlikle karşı çıkılamaz: belki bu, yazarın kısmi niyetidir, ‘kimse’ tarafından anlaşılmak istememiştir. Kendisini iletmek istediği zaman her soylu tin ve beğeni de, kendi okuyucusunu seçer; onları seçerek ‘diğerleri’ni dışarıda bırakır.
(Die Fröchliche Wissenschaft – Neşeli Bilim) F.NIETZSCHE

Kötü sümkürmüştüm. Lavabonun oldukça dışına giden bir parça. Aramalarımız akşama kadar sürdü. Hava kararınca meşalelerle, bütün kasaba aramaya çıkacaktık.

Yalnız değilim ben; sigaram, çayım, kitaplarım sonra filmlerim. Bana çeşitli oyunlar oynayan, gerçeklikle alt benliğim arasında kaskatı kalın duvarlar ören beynim. Sigarayı bırakmayı düşündüm ama sigaram ve çayım ayrılmaları imkânsız iki kardeş gibiler. Onları ayırmaya dayanamam. ‘Sophie’nin Seçimi’ gibi olur sonra.

Korku ve dehşet yüzümden okunuyordu. Bütün bedenim titreyerek ittirdiğim, hastanenin aynalı kapısında kendimi gördüğümde. Askerde bütün aynaların üst kısmında ‘kılığını düzelt’ yazardı. O an hatırlayınca acıyla güldüm. Danışmaya kadar yalpalayarak varabildiğimde son sözlerim, ‘‘bellek kanaması, yardım edin’’ olmuş. Kendime geldiğimde tepemde bir serum, yatıyordum. Odada 6 kişiydik. Yanımdaki yatakta Sartre okuyan ihtiyar Sartre’a ne kadar da benziyordu. ‘‘Şaşırma, 0 zaten benim’’ dedi. Kanamam devam ediyor olmalıydı. Serum şişesine baktım, ispirto rengindeydi ve üzerinde ‘titre ve kendine gel’ yazıyordu. Herhalde bu yatakta çıldıracaktım, korkuyla beklediğim, gerçekleşeceğinden emin olduğum o an, kendimle vedalaşma zamanı gelmiş olmalıydı. İri ve acemi bir hemşire –acemi olanları kötü kaderin belirginleşmesine yardımcı olduğundan tercihimdi- saldırgan adımlarla bana yaklaştı. Bir uzun 2000 yakıp ‘‘ateşin var mı genç’’ dedi. Artık tamamen emindim, ‘ben ben değilimdir artık’ diyen Rimbaud’ya bir adım daha yaklaşmıştım. Diğer yanımda yatmakta olan tikli genç, birden yerinden fırlayıp elindeki plastik bidonun içindeki sıvıyı üstüne boca etti. Benzinmiş. ‘‘Burada ateşin kralı var hemşire’’ deyip kendini ateşe verdi. Hemşire yanmakta olan adama yaklaşıp, yanmasına aldırmadan sigarasını yaktı. Bedenimin yer bulamadığı/sokulmadığı bu uzay zaman diliminin tadına böylesine iştahla bakmama izin verilmesi ve belleğimin dimağında bıraktığı nefis tat. Kurmacaları kurgulayanı ensesinden tutup, buruşturarak kurmacalarının arasına fırlatan ‘görünmeyen el’, varlığım varlığına armağan olsun… burada durmalıydım.

Herkes gitti, biliyorsun. Herkes gitti, görmüyorsun. Hayatımın bütün cumartesi öğle sonraları. Ne kadar da şendiniz, eliniz açık beni cıvıldayan kuş sesleri eşliğindeki neşeli yaşama taşımaya çalışırken. Ama farkında değildin cumartesi öğle sonrası (cös). Sürüklediğin ben kendimde değildim, yaralıydım. Sürüklerken sen beni, kanım arkamda bir salyangoz misali iz bırakıyordu. Yarı kendimde gülümsüyordum, dönüş yolunu bulabileceğim diye. Üstüne bol yağmur yağdı ama cös. Beni götürdüğün yerde unuttun, başka şeylere daldın. Ben gizlice kaçmak isterken yolu bulamadım. Çok yağmur yağmıştı, üstüne kar yağmıştı, sonbahar ve kış peş peşe geçmişti cös. Beni küçücük bir çocukken sürüklediğin bu tuhaf yerden kurtulamadım. Yaralarım kapandı ama acısının tadı damağımda kaldı. Wagner gibi karanlık bir adamın düğün marşını yazmasına ne diyorsun? İlk anda lanet. Konser salonunun sütunlarını titreten bas’lar yazan bir adamın sonradan Cliff Burton’un vücudunda hayat bulduğunu söyleyebilir misin cös? 24 yaşında, kaza yapan otobüsün açık camından fırlayıp ölen Metallica’nın efsanevi basçısından bahsediyorum sana kahrolası cös. Sen gelip zamanın sana ayrılan bölümüne çöreklendiğinde cös, ben değişiveriyorum. Yüzümdeki karanlık ışıldayıveriyor sen geldiğinde. Sıfıra yatan esnek kızlardan nefret ettiğim kadar coşkulu ve öfkeli ve neşeli oluyorum. Sen gitmeye yakın, yağmur yağmamışsa kanımın izinden dönebiliyorum tabutuma. Tutmıyım seni, akşam olmakta cös. Senin için gitme vakti. Artık beni götüremediğin için üzülme. Beni hep ziyarete gel emi. Mezarlık senin yokluğunda çok sessiz.

Yaban Çilekleri (1957) – Ingmar BERGMAN

‘’Sgibritt’in oğlunun doğduğu zamanı hatırlıyorum. Yazlık evde leylakların altında küçük sepetinde yatardı. Artık elli yaşında olacak.’’

Jenerikte ******-girl yazıyor. Emeğe saygı. Rüya sahnesi: Akrep ve yelkovanı olmayan saatler, buraya ait olmadığını hissettiren, yabancılaştıran planlar, görselliğin gücü. Bu tür filmlerde ‘spoiler’ uyarısı yapmanın anlamı yok. Çünkü her sahnesi çok güçlü, tek başlarına bir öykü. Cennet bahçesinde gezinmek gibi. İronik olansa, bu tadı aldığımız sahnelerin oldukça karanlık, kasvetli ve umutsuz anlar barındırması. Tabut taşıyan, sürücüsü olmayan bir at arabası. Sokak lambasına bir tekerinin takılıp kırılmasıyla, tabutun ihtiyarın önüne düşmesi. Henüz 7. dakikadayız. Tabuttaki kim dersiniz? Siyah-beyaz filmin, güneşli bir yaz gününün ışığıyla ışıl ışıl parlaması –mecaz-.
İhtiyar bir ağacın dibine oturur ve yaban çileklerini görür. Çocukluğunun geçtiği, şimdi terk edilmiş bu yerde, yaban çilekleri vasıtasıyla geçmişe döner. O yaşlılık anındaki yalnızlığı, tatlı ve lezzetli çilekleri tadarmışçasına bir bahar tazeliğine bürünür. Karakterlerimizin bütün şekillenmişiliğinin yeni yeni yeşermeye başladığı o çocukluğumuza dönebilsek; tıpkı şu yaban çilekleri gibi. Onlar hiç değişmez değil mi? Biz niye değişiriz? Aklımız olduğu için mi? Aklımızın olması iyi bir şey midir? Neye göre iyi bir şeydir?
Bir kır evinde, zamanın genişlediği bu yerde, bütün aile bireyleri bir taraftan kendi hayatlarını, bir taraftan da toplanmalarından oluşan, o tuhaf, neşeli, geçici ve basit ortak hayatı duyumsarlar. O anlarda yaşadığımızı daha derinden hissederiz. Ama hissimizin doğruluğu konusunda hiçbir kıstas yoktur elimizde. Sanki o anlardaki birliktelik bize sahte bir ‘güçlü olma’ duygusu yaşatır. Oysa insan yalnızlığı koyulaştıkça sertleşir. Kaskatı kesilmiş ruh, ölümüyle beraber kaskatı olmuş bedeniyle bütünleşerek tamamına erer. Seçim bize kalmış. Öyle veya böyle, görünürde pek bir şey değişmez. Kafanızdaki sorular dallanıp budandıkça, bir bakmışsınız cevaplara da daha kolay ulaşır olmuşsunuz bu dallar sayesinde.
Kır evinde, dışa açık oldukları sürece tatlı bir coşku, telaş süre gider. Bahçelerindeki ve çitlerin ardındaki yaban çileklerinin varlığı da, düşünmeseler bile bu ortak coşkuyu içten içe körükler. Ta ki herkes evlerine dönüp, havalar soğuduğunda, oralarda kimse kalmadığında, ömrün baharı geçtiğinde, o kır evindeki neşeden arta kalan, içten içe yuvalanan bir şey, bitmiş bir şeyin, çürümüşlüğün kokusundan hayat bulan ölüm yaklaşmaya başlar.
Defalarca seyredilip farklı tadlar alınabilecek bir baş yapıt.

Aynı günün sonrası akşam ağır ağır yaklaşırken, kadın mutfakta neşeyle bir şarkı tutturmuş yemek yapıyor, kendiyse pencerenin kenarına oturmuş, “İşte benim yeryüzüm” diyerek, karanlık bulutların bir tiyatro perdesi gibi güneşi yeryüzünden sakladığı, sağanak yağmurun altında dışarıyı seyrediyordu. Bu yeni moda pencereler temiz, suyu geçirmez olduğu kadar da sıradan, ruhsuz gözüküyordu gözüne. Kendi evinin derin çatlaklı, boyaları kalkmış, alttan, üstten hınzırca soğuğu ve yağmuru geçirerek dışarının tadına baktıran tahta çerçeveli pencerelerini özlüyordu şimdi. Dışarıda sağanak yağmura yakalanmış bir at arabasındaki sefil görünüşlü iki kadın, bir yaşlı adam, bir de çocuk dört insan; telaşla, ihtiyarın atı doyasıya kırbaçlamasından memnun, bir an önce kendilerini ıslanmaktan kurtaracak bir yer bulabilmek ümidiyle sağa sola bakınıyorlar, birbirlerine ağza alınmayacak küfürler ediyorlardı. Onları öylesine seyrederken evini, karanlık odasını özlüyor; evin diğer odalarından, bölgenin diğer evlerinden, ülke topraklarından, bütün yeryüzüne ait ne varsa, kokusu sinmişliğinden koparılmış, yapayalnız, odasının en derin karanlığında bir başına çökmüş, ölümünü, kıyametini beklerken, ele geçirilmek, koşar adımlarla şafağı beklemeden, çabucak acemice çatılmış bir darağacında, bu sağanak yağmurun altında can vermek istiyordu.
Genç adam yağan şiddetli yağmurdan, gökyüzünün karanlığından derin anlamlar çıkara dursun; kadın masayı güzelce donatmış, tabakların arasına koyduğu iki kırmızı, canlı gül ile yaptığı nefis yemeklerin birbirine karışan tuhaf, çekici kokusunu içine çeke çeke genç adama doğru bakıyor, geçte olsa hayallerinin gerçekleşmesinden mutlu, mesut biraz da tedirgin gülümsüyordu.
Mantar çorbası, sebzeli biftek ve pilav eşliğinde içilen kırmızı şarap genç adamı oldukça keyiflendirmiş, az önce beynini karanlık bir sis perdesi gibi saran düşünceleri savurup atmıştı. Bu nefis, kırmızı şarabı ömrü boyunca sıkılmadan yavaş yavaş yudumlayabileceğini düşünmesi onu mutlu ediyor, bedenini hafifleten geçici mutluluk, kadının kalıcı olmasını arzuladığı mutluluğuna karışıp, sihirli, sıcak bir duman gibi, betonarme binanın bu sıkıcı dairesinin soğuk duvarlarına iyice sinerek, gerçek hayatı, hayatın sıcaklığını ikisine de belli belirsiz hissettiriyordu.



………………………..
Kafka’nın kalıcılığını sağlayan içeriği kuruşu (kurgu), anlatımı ve (tüm eserlerinde olmasa da) içeriktir. Kurguda anlatılan ile anlatış biçimi arasında kasıtlı yaratılmış, bir nevi içerik üzerinde taratılmış uyumsuzluk vardır. Bu şekilde sıradışı olan son derece normalmiş gibi aktarılır, bu, öznelcilik ile sağlanır. Olaylar, mekanlar, davranışlar, şey’ler hep kahraman gözüyle aktarılır. Eserlerindeki diyaloglar öznelci tutumla bütünlerdir, kişi özellikleri kendini konuşmalarda daha fazla gösterir. Öznelcilik çoğu zaman kavrayışın tamlığını, anlatılanın tüm boyutları ile sergilenmesini engellemiştir. (!)
………………………
http://www.franz-kafka.org/pages/article.html

Yağmur bizi birbirimize yaklaştırıyor. Bardaktan boşanırcasına, bardağın yarısı boş iyimserliğiyle az ıslandığımızı sanıyorum. Otobüs az sonra gelecek eminiz. Yaklaşık onbeş kişiyiz, birbirimizi tanımıyoruz. Tanısak da ne kadar tanıyacağımız meçhul. Hala O’nu seyrediyorum. Düz, siyah saçları, anlamlı, keder yüklü bakışları –geçici mi?- . Otobüsün hiç gelmeme ihtimali var mı? Saatlerce, günlerce, aylarca, bir ömür boyu otobüsü beklesek. Hiç tanışmadan, bir ömür boyu bakışsak. Bir otobüs geliyor. Binmek için yaklaştı. Otobüsün içinden biri de O’na aynı benim gibi bakıyor. Belki de aynı benim düşündüklerimi düşünüyor. Gözlerimi kıza çeviriyorum. İnsanların içinde kaybolunca tekrar O gence baktığımda bana baktığını görüyorum. O’nun için düşündüklerimi, O da benim için düşünüyor olmalı. Birbirimize baktıkça düşüncelerimiz derinleşiyor, kızı unutuyoruz.

Otobüsüm geldi. Tıklım tıklım mı demeliyim? Ağzı rakı kokan adamlardan biriyle yan yanayım. Hayatı katlanılır kılabilmek adına, sabah aç karnına birkaç kadeh rakı içmek. Hayatın derinden sızlatan acısına karşı bir painkiller. Bu küçük çaplı anason etkisi en azından benim de savunma içgüdümü zenginleştiriyor hayata karşı. Az sonra dağılacak bu etkiyi iliklerime kadar hissetmek için derin bir nefes çekiyorum, adamın ağzına yakın.

Kan kokusunu uzaktan alabiliyordum işe ilk başladığım zaman. Başım dönüyordu, ellerim titriyordu. Artık hayvanı boğazlarken hissizim. Gözlerine bakıyorum ve bıçağı daldırıyorum. Emekliliği dolmadan ölen amcamın yerine girmeye hak kazandım, mezbaha çalışanı olma işine. Cümleye acemice başlamam, işimden utandığımdandır.

Ayağı kırık bir at getirdiler az önce. Bacağı uzun zamandır kırık olmalı. Sahibi hıçkırıklara boğulmuş bir vaziyette bıraktı. Atının gözlerine uzun uzun bakıp, öperek gitti. “Canı çok yanmaz değil mi?” diye de sordu ustaya. Usta yarı umursamaz ses tonuyla “merak etme” diye tamamladı acıyı. Yağmur hala şiddetli. Radyoda Yavuz Bingöl ‘Turnalar’ı söylüyor. At yattığı yerden bir an türkünün etkisindeymişçesine başını kaldırıp bakındı. Sahibi, geniş kesimhane koridorları boyunca yalpalayarak ilerlemiş, gözden kaybolmuştu. Koşarak yanına gittim. Hikâyesini çok merak ediyordum. Yüzüne sorarmış gibi bakmakla yetinebildim. ‘Sorma’ der gibi bakıyordu. “Bitti mi” diye sordu. Koridoru kesen yere yürüyüp baktım, bitmişti.

Yemekte yine et vardı, bol bol. Artık tabağımda et görmek beni heyecanlandırmıyor. Eti ve heyecanı gönüllü birine devretmeye hazırım. Çay geliyor, üstüne bir uzun 2000 yakıyorum. Zengin görünümlü kırklı yaşlarında bir kadın, iki yanında iki büyük köpek bize doğru yaklaşıyor. Köpeklerinin taze et ihtiyacını mezbahamızdan karşılamak istiyormuş. Usta yarı umursamaz bir bakışla, müdürün odasını gösteriyor. Kadın müdürün odasına sonra da bana bakıyor. Müdür şu an burada değil. “Çay içer misiniz” diye soruyorum. Hemen atılıyor, “Neden olmasın?” çay için kalkıyorum, köpekler havlıyor. Tiksiniyorum, ellerim titriyor. Çay ocağına doğru yaklaşmışken yön değiştirip bıçakların olduğu yere doğru yürüyorum. İki keskin bıçak kapıp koşarak kadının yanına geliyorum. Köpekler hala havlıyor. Öfkeden deliye dönüyorum, başım dönüyor. Köpeklerin birinin çenesini kavrayıp bıçağı boğazına daldırıyorum. Çok çabuk oluyor. Öbür köpek ne olduğunu anlamadan aynı kaderi paylaşıyor. Her tarafım kan içinde, çayım hala yarım, sigaram sönmemiş. Çayın kalanını kafama dikip, sigaramdan derin bir nefes çekiyorum. Her parmağımdan kan damlıyor yere.

Sıcak yaz günleri, Pazar öğle sonraları. Ya evden çıkıp kalabalığa karışıp alabalık olacaktım, ya da duvarlara nemli uzuvlarla kök salmış sürüngen. Beni evde tutmak için bol malzeme vardı, her zaman da olmuştu. Ama ben kendimi evde tutabilmek/avutabilmek için bu kadar malzeme toplarken bir taraftan da bu topladıklarımın gözümdeki değerini düşürüyordum. Bile bile bunu yapıyordum. Bu kanlı kısırdöngüden çıkamayacağımı bile bile, beynimin kıvrımları arasında gezinen uğursuz, karanlık, hayata neşe katıp güzelleştiren ne varsa kurutan şey. Beni, çıldırmadan hayatta tutmayı başarıyor, öbür taraftan da normalleşmeme izin vermiyordu. Sanki keskin bir çelik telin üzerinde dengedeydim. Kasvetli, kederli, mutsuz, bezgin ve içi geçmiş; artık her şeye kayıtsız, heyecansız ve yalnız.
Hastaneleri, hapishaneleri, mezarlıkları geziyor, ruhumun açlığını giderecek bir şeyler arıyordum. Ölmek üzere olan hastalarla göz göze geliyor, cenaze törenlerine katılıyor, herkes gittikten sonra kendimden bahsediyordum. Ölüler bulunduğum durumu anlayacak durumda gibiydiler. İğrenç, rahatsız edici bir solucan gibi nezih insanların arasına karışıyor, onları acımayla karışık sonu gelmez bir nefret duygusuyla izliyordum. Hep iyi bir izleyici olmuştum. Birileri bunun farkına varsaydı ödüllendirilebilirdim belki de. Ve ölesiye nefret ettiğim insanların, alışkanlıkların, konforun müdavimlerinden olabilirdim. Çünkü ben aslında kendimden nefret ediyordum. Bu o kadar güçlü bir nefretti ki, aynı zamanda bana bunu saklayacak, buna dayanacak gücü de veriyordu. –Remember Tomorrow –İron Maiden- level atlamış bir zombiydim belki de. Üstinsan modeline ulaşmayı başarmış bir zombi.
Hayatı, insanları, evreni algılama şeklim hep farklı olmuştu. Baktığımda, elimi atsam karşımdaki şeyi parçalayabileceğimi hissediyordum ama bunu bilmekten de derin bir utanç duyuyordum. Utancım yeteneğimi zamanla bastırıp, hayata tutunabileceğim bu dalı tamamen kuruttu. Yüzükten vazgeçemediği için Gollum’a dönüşen bir hobbit. Nefis betimlemeler yapabilirdim oysa. Ama birilerini bundan mahrum bırakmak derinden gelen bir keyif veriyordu. Hastalıklı, sapkın, dengesiz ve yenilgiyi kabullenmiş biriydim.
Ölmeden kendimle hesabımı kesebilmeyi isterdim ama olanaksız olduğunu anlamıştım. Birileriyle, bir şeylerle derin bir yüzleşme/hesaplaşma yaşayacağıma emindim artık. Büyük ihtimalle ölümümden sonra olacaktı.